26 Nisan 2012 Perşembe

İnceleme: Dream Theater - Metropolis Pt.2 'Scenes From A Memory'

Dream Theater'ın 1999 yılında çıkardığı, belkide tarihin en başarılı albümlerden biri. The Wall'dan sonra çıkmış en güzel konsept albüm sanırım. Albüm yaklaşık 1.2 saat süren bir şaheser. Sayfalarca yazı yazılabilecek, üstüne günlerce yorumların yapılabileceği bir albüm. Hem müzik, hem uyum, hem sözleri hem de hikayesiyle her türlü övgüyü hak edecek bir yapıt.

Şimdi bu albümün çıkışına göz atarsak önce, Dream Theater'ın 'Images and Words' adlı albümüne göz atmak lazım. Şuan bile fanlarından bazılarının en güzel albüm olduğunu düşündükleri bir albüm kendisi, bence de en başarılı albümlerinden biri. Bu albümde dikkat edilmesini istediğim şarkı isimden de anlaşılacağı gibi, 'Metropolis Pt.1 The Miracle and The Sleeper' şarkısı. Şarkı Victoria adında bir kadının 2 erkek kardeşi birbirine düşürmesi tarzında bir konuyu ele alıyordu ama çok yüzeyseldi. Konu ilginçti, aşk, nefret, intikam gibi konular barındırıyordu ancak grup elemanları şarkıyı yaparken espiri olsun diye 'Pt.1' yazdıklarını söylediler. Ancak bu kadar beğenilen bir şarkı olunca ve hayranları da ısrarda bulununca 'Pt.2' çıktı, çok da güzel oldu. Yapım aşamasından bahsedip uzun tutmak istemiyorum yazıyı, asıl değinmek istediğim nokta hikaye.

Bir kere albüm kapağına değinmek gerekir ki kapat gerçekten çok güzel, zekice yapılmış sanat eseri. Klip falan olmadığı için karakterleri kafamızda canlandırıyor olsa da resim böyle anıların bir kişiye hayat verişi ile yapılmış falan çok güzel bana göre. Böyle bir konu işlene bir albüm için çok başarılı. Oldum olası zaten onlarca resimden tek bir resim elde etme olayını sevmişimdir zaten.

Evet, albüm pt.1in devamı gibi olması bekleniyor ama olayı değişik bir yoldan ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu. Albümün konu aldığı inanış reenkarnasyon. Her ne kadar grup elemanları inanmadıklarını söyleseler de bu inanışın gerçek olduğunu kabul ederek yapılmış bir albüm. Artık hikayeye girmek istiyorum.


Şimdi albüm Nicholas adında bir adamın bir terapistin yanında hipnotize edilişi ile başlıyor. 10dan geriye sayılıyor ve yavaş yavaş gerçek dünyadan kayboluyoruz. İlk şarkı 'Regression' ile Nicholas'ın Victoria adında bir kadın ile buluşması anlatılıyor. İkinci şarkı 1928 yılına döndüğümüz 'Overture 1928'. Tamamen enstürmanal olan şarkı güzel bir zemin hazırlıyor albüm için. 

3. şarkı albümün en güzel şarkılarından biri olan 'Strange Deja Vu'. Burada bir bir eve gidiyoruz, merdivenleri çıkıyoruz, bir odaya giriyoruz her gün yaptığımız şeyler olduğununda farkındayız bir şekilde. Bir ayna var, aynada bir kadın. Neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Burada kadın Victoria ve ölümünün sebebini arıyor. Victoria bize The Sleeper olarak tanımladığımız Jullian'a, onun sandığı gibi aşık olmadığını anlatıyor. Aslında en başından beri bir şekilde kardeşi Edward'a aşıkmış sonradan açığa çıkıyor bu bilgi. Kızımız pişmanlık duyduğunu da söylüyor ama olanları engelleyememiş tabii.

4. şarkı olan 'Through My Words' ile aslında reenkarnasyon olayı ile bizim Nicholas'ın geçmiş hayatında Victoria olduğunu öğreniyoruz. 


5. şarkı ise en güzel diyebileceğim şarkılardan biri, 'Fatal Tragedy'. Nicholas neden geceler boyu bir ağlama sesi duyduğunu falan anlıyor, Victoria'ymış. Ölmüş olsa bile onun anılarını yaşadığını anlıyor. Bir adamla tanışıyor gittiği bir evde ve o adamdan Victoria'nın ölümü ile ilgili bilgi almaya çalışıyor. Adam biraz anlatsa da kendin öğreneceksin triplerine giriyor burada, bizi güzel bir maceraya sokuyor boşa uğraştırıyor bir yandan. Artık bir amaç edindik kendimize, geçmiş halimiz olan Victoria'nın neden öldüğünü, bu trajedik ölümün ardındaki sır perdesini öğrenmeye çalışıyoruz, öğrenelim ki Victoria'nın ruhuda huzur bulsun bizi geceleri rahat bıraksın, yoksa hapsolmuş bir ruh misali huzura eremiyor kızımız. Şarkının sonunda uyanıyoruz, artık ölüm anına gitmeye hazırız, kafamızda 2 soru var. Kim? Neden?

6. şarkı şuana kadar olan şarkıların arasındaki bağı bozan 2 şarkı biri. Terapistimizin sesinden sonra sert gitar riffleri ile gaz bir şarkıya girdiğimizi anlıyoruz. Şarkı Petrucci'nin bir gazete küpürünü bile şarkı sözüne çevirebilecek yetenekte olduğunu kanıtlıyor bize. Yer yer sert, yer yer yavaş anlarıyla yine mükemmel bir şarkı. Şimdi olay dediğimiz gibi bir gazete küpürü. Başlangıcımız bir cinayet. Bir tanığın dediklerinden yola çıkıyoruz burada. Tanığın dediğine göre, bir tepeden bir silah sesi duyuyor, koşa koşa gidiyor. Bir kadın var yerde, ölmüş. Onun hemen başında da bir adam var, elinde silahı. Adamın elinin titriyor falan sinirden. Tanığımız yardım edeyim diyor ama adam silahı kaldırıp kendini de vuruyor sonra.İşte polis falan geliyor herhalde, cinayeti araştırıyorlar. Adamın cebinde bir not buluyorlar, bir aşk mektubu gibi. Kız aslında adamı sevdiğini ama böyle olduğu sürece devam edemeyeceğinden bahsediyor, değişmesini istiyor. Burada anlam veremediğim kısım yerde bir 'switchblade' olduğu. Ne alaka diyorum başlangıçta. Gayet açık gibi duruyor aslında, kız tepede adama olmaz böyle diyor, değişmezsen ayrılmam gerekecek senden kötü yoldasın diyor falan. Adam da çekip vuruyor kızı, pişmanlık, sinirden falan herhalde sonra kendini de indiriyor. Hala o 'switchblade' olayını çözemedim ben, hikayedeki ilk soru işaretim, hatta koyayım da (switchblade?).

7. şarkı 'Through Her Eyes' ise bir önceki gazdan sonra sakinleştiriyor bizi şöyle bir bakınca. Bu şarkıda tekrar uyanıyoruz. Artık bişiler kaptık geçmişten, Victoria'nın Nicholas'ın geçmiş yaşamındaki hali olduğunu ve bir cinayete kurban gittiğini falan biliyoruz. Şarkıda Victoria'nın mezarının başına gidiyoruz. Hüzünlüyüz çünkü Victoria ile sadece aynı ruhu değil, aslında aynı kişiliği de paylaştığımızı anlıyoruz falan. Böyle olunca Victoria'ya bir sevgi besliyoruz elbette, bu kadar genç yaşta cinayete kurban gitmesi ağlatıyor bizi. Victoria'nın gözünden baktıkça daha çok şey öğreneceğimizi biliyoruz artık.

8. şarkı olan 'Home' çoğunluğun en sevdiği şarkı bu albümde. Uzun, müzikal anlamda tam bir doruk noktası gibi. Şarkıda Victoria'nın Jullian ile problemler yaşadığı (Jullian'ın iyice serseri oluşu, alkol sorunu, kumar bağımlılığı falan) için ayrılmasından bahsediyor. Oğlan ama bırakmamaya kararlı gibi. Onun yurdu burası, benim evim falan diyor. Ama böyle ayrık ayrık da yaşayamayacağının farkında. Kızımız ayrıldıkları için elbette üzgün, teselli bulmak istiyor ve  oğlanın kardeşi olan Edward'ın yanına gidiyor. İşte omzunda ağlıyor falan romantik bir ortam oluşuyor orada herhalde bir şekilde aşık olmaya başlıyor Edward'a, Edward'ın yorumlarından öğreniyoruz buraları. Ünlü bir laf oldu artık, 'Ölen her aşkın ardından yenisi doğar' diyor ve ayarlıyor kızımızı. Yok diyor bunlar böyle yaşayamaz benim biraderle, iyisi mi ben bu kızı karım yapayım mutlu mesut yaşayalım. Ama olayında farkında, sonuçta kardeşinin sevgilisi, bunun onursuzluk olduğunun falan farkında, şerefsizin biri gibi hissediyor bazen ama evime almalıyım bu kızı diyor ve alıyor da. Şarkının 8. dk civarında hem Jullian'nın o kumar bağımlılığından sesler duyuluyor hemde Victoria'nın Edward'ın evine gidişi ve sevişme sesleri falan duyuluyor. Yani Jullian kumarda içkide kendini sömürürken Edward kızı yiyor kısaca. Şarkının sözleri falan Metropolis Pt.1den baya alıntı yapıyor bilen farkeder direk.


9. şarkı ise albüm başından beri özlediğimiz o enstürmanal şarkılar bir tanesi gene, 'Dance of Eternity'. Metropolis Pt.1 de 'Love is a dance of eternity' gibisinden bir laf vardı, bundan yola çıkarak, şarkının da kıvrak böyle hareketli oluşundan falan Edward ile Victoria arasında o gece yaşanan +18 durumlar falan geçiyor. 


10. şarkı olan 'One Last Time' şarkısında hikayeyi baya öğrendiğimizi biliyoruz ama şu cinayet olayı hala kafamızı kurcalıyor. Şarkıda bir veda hissediliyor, sanki Victoria bir sebep yüzünden Edward'a veda ediyor. Nicholas gene uyanık, Edward'ın evine doğru yola koyuluyor, ipucu falan bulmak için belki. Giriyor, 'Home' şarkısında lafı geçen o soğuk havayı hissediyor. Yatak odasına geçince duvarların sanki yok olduğunu hissediyor. Bir adının çığlıklarını duyuyor, bir adamında affedilmeyi beklediğini, tam duyamıyoruz bu kısmı.

11. şarkı bence en güzel 3 şarkıdan biri, 'The Spirit Carries On'. Başında şuan bizim bile bazen kendimize sorduğumuz, 'nereden geldik, nereye gidiyoruz, hayat bu kadar kısa mı, bu mu tek şansımız?' gibi sorular var ki çok derine dokunabiliyor bazen. Gerek solosu olsun gerek o şarkıdaki orjinal ruh olsun çok beğendiğim bir şarkı. Hayatı sorgulayan sözleri var ama dinlemek gerek buradan böyle yazmamın o sözlere hakaret olacağını düşünüyorum. Şarkıda gene uyanıyor Nicholas, terapistin başta dediklerinin farkına varıyor. Ama artık ölümün bir son olmadığını, hala hayatını yaşaması, devam etmesi gerektiğinin farkına varıyor. Victoria'da bize diyor devam et hayatına, yeter ki benim anılarımın yok olmasına izin verme. Yaşananların ne anlama geldiğini, bu reenkarnasyon olayını falan baya çözüyoruz. Ölsek de ruhumuzun yaşamaya devam edeceğini biliyoruz. Şarkıda ölümden bahsediliyor baya, hikayeden bir konu yok hala.

12. şarkı. İşte, her şeyin sonlandığı, albümün son ve en güzel şarkısı denebilecek diğer şarkı, 'Finally Free'. Şarkının başında artık hipnozdan çıkıyoruz tamamen. Ayak sesleri duyuluyor, bir araba çalıştırılıyor falan. Yani terapistimiz evimizi terkediyor, yani terapi evimizde gerçekleşmiş falan. Bu bilgiler önemli sonradan anlaşılacağı üzere. Şimdi terapist bizi uyandırıyor ve evimizden ayrıldıktan sonra. Gene kafamızda yaşamaya devam ediyoruz olayı. Şimdi şöyle ki bu Victoria lanet bir karı çıkıyor, o kadar olaydan sonra Jullian'a kaçıyor tekrar, kimsenin haberi olmayacağını düşünüyor buluşmalarından. En başından beri Jullian'a aşıkmış, hatta kızımız diyor ki Edward bilse kardeşini bile öldürürdü, aslında hep Jullian'a aşıktım. Derken o buluşma sırasında Edward evi basıyor. Oğlan sinirli nefret dolu, bu ikisini gördüğü anda kardeşine direk saldırıyor. Boğuşma sesleri falan var, sanıyorum ki o sırada Jullian'nın içtiği viski şişesi yere düşüyor ama Jullian karşılık veremeden 2 el ateş ediyor Edward kardeşine. Victoria çığlık çığlığa gözlerini açamıyor ama Edward kızın yanına geliyor ve 'Open your eyes Victoria' dedikten sonra 2 el de Victoria'ya ateş edip ayak seslerinden anladığımız kadarıyla kaçmaya başlıyor. Burada silahı Jullian'ın eline koyuyor ve cebine bir intihar mektubu yazıyor 'Beyond This Life' şarkısında geçen o mektup. Olayı sanki Jullian Victoria'yı öldürmüş gibi gösteriyor ve yardım çağırmak için koşarak gene o şarkıda ki 'witness' rolünü üstleniyor. Şarkının sonunda bir araba yanaşıyor, duruyor. Bu araba terapistimize ait. Olay burada çok değişik, terapist reenkarnasyon olayı ile geçmişin Edward'ıymış aslında. Bunu terapi seanslarında farkediyor. Arabadan çıkıyor, burada şarkı radyodan geliyormuş yapılıp bir anda kesiliyor sesi. Terapist eve giriyor, televizyon açık ama salon boş. Bara yürüyüp kendine bir viski koyuyor Nicholas'ın odasına geçiyor. Bir marş sesi duyuluyor, terapist Nicholas'ın yanına gidiyor, bizimkinin kafa hala yerinde değil. Burada 'Open your eye Nicholas' diyor geçmişte Victoria'ya dediği gibi ve soluğunu kesiyor orada. Hatta Nicholas'ın 'AH!' dediği duyuluyor sanıyorum ki burada fiziksel bir tepki veriyor çünkü zannımca o hareket nedeniyle o marş sesinin geldiği kayıt cihazının kablosu kopuyor ve albümün son kısmını oluşturan o bozuk kaset sesi başlıyor. 

Baya uzun oldu ama hikaye böyle. Yazarken de şöyle baştan sonra tekrar bir dinledim, gerçekten güzel albüm. Ha değinmeden geçmeyeyim, bu albümde o finaldeki kaset sesi, 2002 yılında çıkar 'Six Degrees of Inner Turbulence' albümünün başlangıç sesini oluşturuyor. Bu gelenek 2004 yılında çıkan 'Train of Thought', 2006 yılındaki 'Octavarium' ve 2007 yapımı 'Systematic Chaos' albümlerinde de devam ettiriliyor. Çok orjinal bir fikir bana göre. Hikayesini anlamak için bence baştan sonra en az bir kere dinlemek lazım anlayarak. Ben şahsen tamamını tek oturuşta dinleyemiyorsam hiç dokunmuyorum albüme, tek tek dinlenecek şarkılar yok içinde. 

Birde albümün konusunu alan kısa film yapmışlar, ben baya film beklerdim şirketlerden ama neyse. Film, albümü dinlemiş, anlamış olanlar için çocukluk anılarını görmek tekrar yapmak gibi. Kilişeleşmiş laflar falan güzel olmuş. Ama ya ben yanlış anlamışım yada yapanlar uyduruyor, final uyuşmadı benim düşünceme göre. Ben terapistin viski (cin nedir yav) içen olduğunu düşündüm falan. Zaten albümde plak sesi takıldıktan biraz sonra terapist konuşuyor, öyle dışarıdan gelmesine çok ihtimal vermiyorum. Ama güzel olmuş, amatör olmuş ama olabildiğince başarılı yansıtmaya çalışmışlar. Özellikle Beyond This Life şarkısını güzel uyarlamışlar filme. 

Şimdi bu kadar yazmak ağır geldi ama Six Degrees of Inner Turbulence'yi de kısa zamanda yazmaya niyetliyim. Türkçe çok fazla bilgi yok albüm hakkında, ayrı ayrı zar zor toplamak yerine yazayım dedim.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Abdi 'Place' Pt.2

Yurtta hayat nasıldır? Sabahları baya bir sıra birikir kahvaltı için ama 12:00 civarı çok tenha oluyor hafta sonları hariç. Akşam kebapçı başladı mı deli bir kuyruk olur, 'sonra alırım' diyip odanıza gidebilirsiniz o kuyruğu görünce. Genelde 01:00 den sonra azdır uyanık olan, onlarda gececilerdir, yurdun asıl keyfini çıkaranlardır. Kantinin önünde yolun karşısında binanın dibinde banklar olur, yemek yiyip orda sigara içilir muhabbet edilir falan. Yorucu bir günse uzanılır hatta banka, yıldızlara baka baka tüttürülür o sigara. Çok sigara içilir cidden. Dertlidir herkes. Kolay değil baba ocağından ayrılmak. Sevgili ile araya kmler koymak. Dostlardan uzaklaşmak falan. Dertlidir yurt insanı, anlatacak çok şeyi vardır aslında ama basit görünür. Batak atan, maç izleyen tiplerdir genelde. Ha maç demişken stadı aratmayan bir heyecan vardır maçlarda. Gol olduğunu oda da müzik dinlerken bile anlarsınız.


Şimdi yurdun 2 yangın merdiveni var, biri kantinin kapı hizasında C blok (B blok yok, A ve C) katlarına giriş için kullanılan mekan. Bu yangın merdiveni yurdun en kutsal yeridir. Binanın içine normal girdiğim an yok gibi. Her şeyi bu merdivenlerde yaşadım diyebilirim. Sabah uyanınca güzel bir piyano melodisi duyabilirsiniz İTÜ'den ki benim için süper güzel bir şey. Akşam vakti inen-çıkanının bol olduğu, her an merdivenlerinde sigaraya çıkmış insanları görebileceğiniz harika bir yer. İÖ olarak, 3. katın yangın merdiven girişini mesken edindim diyebilirim. Gece 3'te içilen sigara ayrı bir keyifli. 2 kat üstünde sigara içen başkasının sesini duyuyorsun, genelde yalnızlar çıkıyor buraya. Az adam olunca açıyorsun müziğini, öyle boş boş oturuyorsun sandalyede. Benim şahsen çok şarap bitirmişliğim var o merdivenlerde. Seyrek de olsa gökyüzünden aşağı inen izmaritleri görmek mümkün. Oda da sigara içen eleman varsa, biraz da felsefik ya da en azından hayatla ilgili muhabbet edebiliyorsanız vazgeçilmez mekanınız orası olacaktır. Hayatımdaki en büyük kararları hep burada aldım ben. Sevdiğim kız uğruna ağladığım, gelecekle ilgili planlar kurduğum, Ankara'daki dostlarımda saatlerce konuştuğum güzide bir yer. Yıllar sonra bile o merdiven anılarını unutmayacağımdan eminim.


Ha daha genele girelim yurt hayatında. Şimdi yurt yaklaşık 1200 abazan barındırıyor, çok büyük bir potansiyeli var aslında. 1/5 oranında belki zenci var. Afrika'nın çöllerinden kopup gelmiş bir ton zenci var. Yarım yamalak Türkçe konuşan Kırgızlar var ki bunları Beşiktaş'ta falan görünce direk tanıyorsunuz. Odalar? 4er kişilik çok küçük odaları var. En büyük eksikliği oda konusu. Daracık ve kişisel bir şey yok. Yatak-yarım dolap-komidin dışında özeliniz yok. Masanın olmayışı bana çok zor geliyor hala. Oda elemalarıyla anlaşabilmek çok önemli. Ben şanslıyım herhalde, uzun süreli görünen 2 dostum var diyebilirim. Hele teki merdiven dostumdur, yeri ayrıdır, neyse. Şimdi tuvalet ve duşlar koridorda ortak kullanım. Elinde sabun, peçete, diş macunu, tıraş takımı çok adam oluyor koridorda.Dedik ya bloklar arasında salonlar var diye, sadece bloktan bloğa geçiş için kullandığım yerler benim için. Salonların bir tanesi internet cafe olarak kullanılıyor, 2-3 tanesi çalışma odası, gerisini de odalar için ayrı yaptılar bu sene. 


Her yerde yazılanlardan bahsedeyim bende, yurt binası dediğim gibi yokuş sonunda kalıyor, 7 katlı oluşu da baya bir şey görmenizi sağlıyor. Derseniz ben her gün çıkarım, hoş bir boğaz manzarası var. C blokta 4. kattan itibaren görebilirsiniz, diğerini bilemiyorum. Ama kötü yanı sabah güneşini alıyor (ben hiç sevmem) birde sokak kirini topluyor gibi. Bahçeye bakan taraf daha güzel bence. Hem önü açık, yeşillik var, yemek sırasını görebiliyorsunuz, maç yapasınız gelirse görebilirsiniz oynayanları, yangın merdiveni bu tarafta, gölgede kalıyor falan.


Yurdun eksiklikleri nedir bana göre? Sıralayayım efenim;

-Küçük odalar, 4 kişi ile paylaşmak olduğunuz hücreler gibi. Anlaşamazsanız vay halinize. Birde ev yaşantısını seviyorsanız (benim gibi) ya nefret edecek, ev planları kuracaksınız (benim bir zamanlar olduğum gibi) ya da alışıp yaşarım ben ya diyeceksiniz (benim şuan olduğum gibi). Oda elemanları çok önemli faktör. Ben kayıt zamanı tanıştığım elemanla aynı odadayım mesela, güzel oldu.

-İnterneti berbat. Çok kötü bir bağlantısı var, kopup duruyor, yavaş, girmiyor bazen falan. Tek çare Jet/Vınn falan almak.

-Özeliniz yok. Tuvaletler ortak, duş ortak, oda ortak. Yalnız kalamıyorsunuz, bazen zorluyor. Masa yok mesela yada kişisel eşya olayı olmuyor, ya ortak kullanım oluyor o yada dışarı çıkmıyor. Ben mesela pick-up almak istiyorum 3-5 plak alıyorum ama çalamıyorum öyle birikiyor.


Ha avantajları? Boldur efendim, 5 ay önce yazsaydım baya kısa tutardı bunlar ama alışıyorsunuz herşeye.

-4 kişi var sizin gibi başka yerden gelen, üniversite okuyan. Yalnız değilsiniz, asosyal de olsanız sosyal de olsanız çevre ediyorsunuz ister istemez. Hele anlaşabilirseniz oda arkadaşlarınız hep beraber takıldığınız insanlar oluyor. Her derdinizi anında paylaşıyorsunuz, geceleri herkes yatağında uzanmış durumda geyik yapıyorsunuz, bol gülüyorsunuz falan. Çoğu adam batak atar ama bizde öyle olmadı. Oda da sigara içmeme kararı aldık, bende bas diğerinde klasik olmak üzere 2 gitarımız var, 3 laptop var falan. Maddi gelire göre odayı da donatabilirsiniz. Biz bir kilim aldık yere, halıya basmayı her şeyden çok istiyorsunuz çünkü bir yerden sonra. Yani ne bileyim odaya koridordan masa çekip o gece beraber çalışabilirsiniz, kettledan kahve yapıp çerezle muhabbet edebilirsiniz, içki alıp demlenebilirsiniz falan. Anlaşabilmek çok önemli bence.

-Çok çok esnek. Gece 5te yürüyerek taksimden döndüm kaç gece şarhoş bir şekilde, en ufak bir şey olmuyor. Basıyorsun parmağı gidiyorsun. Çıkışa izin vermiyorlar 00-01:00den sonra o kadar. Hani 'benim yurda gitmem lazım' derdi olmuyor sizde, çevremdeki herkesin erken gitmesi gerekiyor yurduna mesela. İçki sokması kolay. Zaten kantinde peynir-barbunya-sarma-konserve balık falan var, resmen rakı mezeleri. 

-Başta da dediğim gibi çok merkezi. Her yere çok yakınsınız, yürüyerek taksime gitmek için millet neler neler harcıyor. Hemen yanda maçka parkı var baya güzel. Yarım saat yürüseniz Yıldız Park'ındasınız falan.

-Yurtta kalma deneyimini yaşarsınız. Anlatacak çok şey çıkıyor cidden. Memleketinizde evinde okuyan arkadaşlarınıza göre çok şey öğreniyorsunuz hayat hakkında. İnsanlarla uyum, yeni şehir, yeni insanlar, yurt düzeni, yurt anıları, kalıcı dostluklar falan. Herkes başka şehirden geliyor birde, onların memleketlerine falan da gidersiniz yazın ne bileyim. Yaşanması gerek bence.

Hani internet-4 kişi-paylaşımcı olma zorunluluğu gibi şeylerden rahat edemem diyorsanız zorlayabilir ama biraz uyumlu, biraz kabullenen bir yapınız varsa güzel bir seçim bana göre burası. Ayda 105 lira verip böyle bir yerde kalmak mükemmel bir şey bana göre. 2 sene bile kalabilirim, başlangıçta hemen ev hayalleri kuruyor olsam da. Sevmesi kolay, binlerce güzel anı bırakacak, güzel dostluklar oluşturabilecek, hayatı biraz daha öğretebilecek bir dönem oluyor kaldığınız dönem. Gelenesi, yaşanası, kıymeti bilinesi yer.

Abdi 'Place' Pt.1

Abdi İpekçi Öğrenci Yurdu.. Nam-ı diğer Abdi Place. İstanbul'da sıradan bir öğrenci yurdu olmaktan öte bir yer. Benimde '11-'12 öğretim dönemini tamamladığım, seneye burada olup olmamamın interraile bağlı olduğu mekan. Hatırlıyorum, kazandığımda havalara uçmuştum, bulduğum her yazıyı okumuştum falan. Hem bir rehberlik hemde yurdun asıl yüzünü ortaya dökme amacıyla yazmaya karar verdim.


Şimdi yurdun jeopolitik konumu ve stratejik öneminden bahsetmek gerekirse, bana göre İstanbul'un hem kültürel, hem eğlence hemde ulaşım anlamında en merkezi semtlerinden birinde, Beşiktaş'ta (her ne kadar Maçka olarak adlandırılsa da, çarşıya 10-15 dk yürümek gerekiyor olsa da Beşiktaş'tadır benim için). Bir yurdun olabileceği en güzel konum belki de. Şöyle ki, taksime yürüyerek ulaşma şansınız var (taksi 6 lira), çarşıya dediğim gibi 10-15 dk yürüme mesafesinde. İTÜ ve YTÜ arasında kampüslere yakın bir yurt. Çevresi Beşiktaş'ın o nezih havasından nasibini almış, sakin, dar, taş, eski sokaklarıyla çevreli, kedisi bol bir yer. Beşiktaş çarşıdan yokuş çıkması bazen ölümcül olsa da diğer yurtlarla kıyaslayınca hiçbir şey.


Biraz yurttan bahsetmek gerekirse, aralarında geniş salonların bulunduğu 2 ana bloktan oluşan bir yapı. Dış kaplaması kaliteli bordo bir renk (eskiden maviymiş). Her katta odaların bulunduğu uzun koridorlar, bahçeye bakan sırada tuvaletlerin bulunduğu, ortak salonlara girişi olan katın ise evlere baktığı bir bina. Yurda giriş yaptığınız o nöbetçi kulübesinden girdikten sonra sağa doğru bir yokuş ile aşağı iniyorsunuz. Hemen solunuzda İTÜ İşletme Fakültesi var (Konservatuarda burada, değineceğim ileride). Aşağı inen yolun sağında kalıyor binamız önünde çiçekler falan var, solda da yeşillikler var, büyük kantin salonu, üstünde spor sahası, kebap salonumuz ile birlikte.


Yurdun işleyişinden bahsedeyim sonra yaşama girerim diyorum. Efendim '12 nin başından itibaren parmak izi sistemine geçilmiştir yurtta, eski yorumları baz almayın. Yurda giriş çıkışlar, yemek fişlerinin kullanımı hep o parmağınızla olmakta. Sabahları 14:00a kadar 2 lira değerindeki kahvaltı fişini kullanmanız gerekir yoksa yanar o fiş. Aynısı saat 23:59a kadar olan 4 liralık akşam yemeği fişiniz için de geçerli. Yemekler büyük ana kantin ve kebapçı salonunda yenmekte. Yemekhaneyi 3e bölersek, 1. kısım kahvaltılıklar (işte peynir, zeytin, reçel, bal, yağ, yumurta, poğaça, börek, konserve), kek-pasta, içecek herşey, abur cubur, kişisel bakım malzemeleri (şampuan, traş bıçağı, pil(?) falan) ve fişin ana kullanım yeri olan yer. 2. kısım yemekhane ruhunu yansıtan akşam yemeklerinin çıktığı yer. 17-21:00 arası açık olan, çorba-pilav-nohut üçlüsünü her zaman barındıran, sebze ve etli sulu yemekler falan var. Yemekler çok kaliteli, hakkını yememek lazım. Biraz ev yemeklerini özlüyor olmak isterdim ama hiç 'annemin yemekleri nerde beaaa' tiriplerine giremiyorsunuz. Diğer kısımda tost-menemen-omlet-sosisli veren çay ocağı olan yer. Tabii baya büyük bir salon, baya kişi ağırlıyor. 2 tane lcd televizyon var tepede, maç zamanları ayrı bir ruha sahip. Kebapçıya geçersek, az yukarıda, vahşi doğanın içinde kalan küçük bir salonu olan bir yer. Her akşam 21:00den sonra baya bir kuyruğa sahip, benim gibi İÖlerin vazgeçilmezi tavuk-adana dürüm yapılan yer. Misler gibi kokutur Maçka'yı. Kebapçının yukarısında İTÜ demirleri vardır ki burası yurda kaçak eleman sokma yeridir. Demir teller var ama bir şekilde geçiliyor (2 eleman soktum). Birde 1-2 kere ayak bastığım beton spor sahası var, potalar kaleler falan. Akşamları baya top oynanıyor.

24 Nisan 2012 Salı

Neyin Nesi Bu Progressive?

Kelime anlamıyla 'ilerlemek, gelişmek' falan progressive. Yanlışta değil, müzikte yenilikçi bir tür desek yanlış olmaz. Kurulu düzeni yıkan, tamamen yeni, tamamen orjinal bir akım yaratma aşkı gibi. Başlangıcımız 1960lara kadar dayanıyor. Vietnam savaşı zamanları, Başta İngiltere ve ABD'de olmak üzere savaşın acı yönü, ölümlerin, dehşet verici görüntülerin televizyonlarda sık verilmesi yüzünden insanlarda savaşa karşı bir nefretin oluşmaya başladığı dönemler. Başını bana göre Pink Floyd'un çektiği (The Wall - 1979 en güzel örneklerinden biri) bir müzik akımının da oluşması bu fikir olgusu sayesindedir. Sonuçta toplumda görülen o olgu elbette sanata da sıçrayacaktı. 

Özgürlükçü, yenilikçi, kural yıkıcı bir nesil yetişmeye başlıyordu. The Beatles, Led Zeppelin, Rolling Stones gibi rock tarihinin en efsanevi grupları bu akımın ilk belirtilerini gösteren gruplar. Gerek şarkı sözleriyle, gerek şarkı konseptleriyle önceki rock&roll yada blues gruplarından farklı bir tür olmuştu ve bir anda dünya, yeniliklere aç bir halde iken kabullenmekte sorun yaşamadı. Alternatif, post, punk gibi türlerde çıktı aslında ama psikedelik kadar ses getiremediler tabii o zamanlar.
Gentle Giant - Three Friends

Ve bir gün, King Crimson adında bir grup, In The Court Of Crimson King adında bir albüm sürdü piyasaya ki, işte bana göre progresifin miladı o albümdür. 5 şarkılık, bana göre hala en efsanevi albümlerden biri olan bir şaheser yarattılar. Birçok grubun alt grubu olarak sahne alıp, yoğun bir tempo ile yeni bir akımı dünyaya tanıtma olayı gerçekleşir. Saksafon başta olmak üzere üflemeli çalgıları da çok başarılı bir şekilde rock müziğine aktarmaları nedeniyle belki de olumlu tepkiler alırlar. 

Progressive de zaten bu yenilikçilik kelimesinin müziğe dönüşmüş hali. Rock müziğine yan fülüt, piyano/klavye gibi ne bileyim şimdi aklıma gelmeyen zilyon tane ensturman sokuldu bu dönemde. 

Progresife yakın ama tam olarak özdeşleştirelemeyen gruplarda bu akımdan nasibini alır ve psikedelik türde progresiften etkilenmeye başlar. Camel, Van der Graaf Generator, The Who, Jethro Tull, Genesis, Gentle Giant gibi birçok grup vardır artık progressive rockun ataları olarak nitelendirilen. Ne zaman Punk rock dediğimiz tür çıktı, zaten o an bitmeye yüz tuttu progressive. Ne güzel ki Camel falan hala devam ettirdi bu geleneği ama sonuçta bir elin parmaklarını geçemedi gruplar 80lerde.


Camel - The Snow Goose 
Progressive zor bir tür, psikedelik seven, Pink Floyd hayranı olan insanların bile belki zor seveceği bir tür bana kalırsa. Aynı şarkıyı 3 kere dinlemek gerekiyor bazen anlayabilmek için. Konspet albüm çokluğu nedeniyle albüm albüm dinlemek asıl ruhunu yansıtacağı için biraz ilgi, zaman, dikkat ayırmak gerekiyor ki günümüzde kimseciklerin yapmaya yanaşmadığı şeyler bunlar. 

Günümüz demişken, Dream Theater'ın başlangıcı sayılabileceği, Images and Word albümü ile progressive ile heavy/trash metali birbirine bağlayan, 'Progressive Metal' dediğimiz bir tür oluştu diyebiliriz. Opeth, Pain of Salvation, Porcupine Tree gibi isimlerin başını çektiği, yavaş yavaş rağbet görmeye başladığını düşündüğüm bir tür oluyor. Bunda Steven Wilson'ın katkısı büyük, söylemeden geçemeyeceğim. Opeth gibi doom/death olarak yola çıkıp, Mikael'in içindeki o progressive aşkını harmalayarak progressive metal grubuna döndürmesi dünya için iyi bir adım oldu bana kalırsa. 

Günümüzde progressive rock dinleyen, hakkıyla dinleyen insan çok az (benim yok neredeyse tanıdığım). Bunun nedeni emek istemesi. Bir kişi progressive dinliyorsa, müziğe gönül vermiş, yapılan emeğin farkında olan, müziğin değerini bilen insan oluyor genelde ama ne yazık ki insanlar yeteri kadar ilgi göstermiyorlar müziğe. Ama müziğin bu kadar sanatsal, resmen edebiyat gibi yapıldığı başka bir türde yok malesef. 

Progressive'in şuan daha iyi anlaşılması için Steven Wilson'ın dinlenmesi gerektiği kanısındayım. Gerek prog tarihi konusundaki bilgisi olsun, gerek 1960ların Pink Floyd'u gibi, düzene karşı çıkan yeni bir akım sevdası bir adam oluşu olsun gerçek bir deha. Değişimden yana çünkü progresifin kendisi değişik demek, '70li yılların benzerini yapmanın progresifin mantığına uymadığını bilen biri.