23 Haziran 2012 Cumartesi

Sonbahar Albüm Listesi

Evet güzel bir konser listesinden sonra birde albüm listelerine göz atayım diyorum. 2011 sonbaharı progressive anlamında çok verimli geçmişti. Steven Wilson, Opeth, Dream Theater, Pain of Salvation gibi devasa isimlerin hiç de azımsanamayacak albümleri çıktı. Böyle bir sonbaharın üstüne çok ferah Anathema ve Sigur Ros albümleri de eklendi bahar ayında. 2012'ye güzel başlamışken, Mayıs ayındaki Post-Rock konser festivalinden sonra her dönem daha iyi umutlar beslemek için sebep çıkıyor. Neyse albümlere dönersek;


Tool - ?? (!)

Yıllardır yeni albüm bekliyoruz, eridik bittik çürüdük buralarda. Sonunda, eğer yanlış okumadıysam bir yerde Temmuz ayı gibi stüdyoya gireceklerini açıklamışlardı. 2 ay kayıt yapsak, 1 ay da mixing, remastering falan filan sürse, Ekim-Kasım gibi çıkarırız demişlerdi. Başka bilgi yok ama heyecanla bekliyoruz.



The Pineapple Thief - All the Wars 

Porcupine Tree'ye benzediği için ilk ününü sağladı bana göre ama gerçekten kaliteli bir progressive rock grubu. Günümüzde, metale kaymadan prog yapabilmek çok zor artık. 'Someone Here Is Missing' gibi mükemmel bir albümden sonra 3 Eylülde çıkacağını duyurdukları 'All the Wars' albümünü heyecanla bekliyoruz artık.



Mono - For My Parents

Tool haberinden önce 2012 için, Weather Systems ve Storm Corrosion albümlerinden sonra 3. beklediğim albümdü. Valtari ve Tool önüne geçmiş olabilir ama hala heyecanlıyım. Bu adamların yaptıkları müzikler o kadar derine hitap ediyor ki, etkisinden kurtulamayacağım bir döneme daha girmek istiyorum. Bu albüm de 4 Eylülde çıkacakmış.


Lynyrd Skynyrd - Last of a Dyin' Breed

Az önce Roodrunner Recordstan yapılan açıklamaya göre 17 Eylülde çıkacak yeni bir albüm daha. 


Steven Wilson - Get All You Deserve

Steven Wilson, kendi solo projelerinin live versiyonlarını barındıran DVD/Blue-Ray şeklinde bir kayıt sunuyor bize. Insurgentes ve Grace For Drowning albümlerinin canlı versiyonları. 2005 Chicago konserinde Porcupine Tree olarak en güzel live DVDlerinden birini hazırlamışlardı. Bunun da eksik kalır bir tarafı olmayacağından eminim. Marco Minnemann ve Jordan Rudess ayrı bir güzel oluyor zaten bu projeye. 25 Eylülde satışa çıkacakmış. Bu haberin kötü yanı, Eylülde bunu yayınladım yeter diyip albüm yayınlamayacak oluşu. Hani bir albüm haberi gelmedi. Başkası olsa zaten beklemezdim ama Storm Corroison'un üstüne hemen albüm hazırlıklarına girecek bir kişi varsa oda Steven sonuçta. Ben daha Arriving Somewhere But Not Here izlememişim baştan sona, albüm haberi daha iyi olurdu bence. Olsun ama, bu adam inatla Türkiye'ye gelmiyor, böyle böyle yanımızda hissederiz. 

eni öğrendiklerimi de ekleyeceğim. Şimdilik bildiklerim bunlar.

19 Haziran 2012 Salı

Sonbahar Konser Listesi

Gün geçtikçe teker teker konser takvimim şekilleniyor. Şuan için Eylül ayı mükemmel bir konser ayı olacak benim için, 2011'de albüm ayı olduğu gibi. Peki kim geliyor da bu kadar harika bir sezon olacak?

10 Eylül, Jethro-Tull

Biletleri çok pahalı, mekan güzel, konser muhteşem. Ian Anderson'u canlı görmek, tek ayağında izlemek bile harika birşey iken Thick As a Brick çalacak olmaları ayrı güzel. Hoş, bu tarih biraz erken benim için, o yüzden Almanya'da izleme ihtimalim var ama konser tarihlerini yazıyoruz sonuçta.

21 Eylül, Beirut

Şans eseri öğrendiğim bir gruptu. Ama ilk dinlediğim şarkılarından beri hayranım. Saksafonlu, trombonlu çok sesli, çok eğlenceli bir konser olacağına şüphem yok. Konserlerini de şans eseri gördüm ve bilet fiyatlarını bilmememe rağmen listeye attığım bir konser.


Edit: Evet Beirut konser bilet fiyatları açıklanmıştır. Avantajlı dönemden yararlanıp alınabilir aslında.


1. Kategori - 110.00 TL (Tribün)
2. Kategori - 99.00 TL (Tribün)
3. Kategori - 87.50 TL (Tribün)
4. Kategori - 56.00 TL (Sahne Önü Ayakta)


4. Kategori fiyatları şuan avantajlı dönem kapsamında, normal fiyatı 77.00 TL olacak.

23 Eylül, Maybeshewill

Harika bir post-rock grubu. 65daysofstatic'in altında kalmıştı ilk zamanlar ama bence o seviyeye geldiler, hatta geçiyorlar bile. Çok güzel, saf, temiz şarkıları var. Henüz kesin bilgim yok yeri, bileti konusunda ama Mayıs ayındaki Post-Rock patlamasından sonra bir tatil dönüşü gibi olacak benim için.

26-27-28 Eylül, Kings of Convenience

Yazık, İstanbul konseri iptal olmuştu ama bu sefer kaçırmak istemiyorum dicem de çok pahalı ya biletleri. Bu kadar konser varken nasıl çıkartırım bilet paralarını bu öğrenci halimizle.

3 Ekim, Radiohead

Evet evet bende OHA! demiştim ama kesin değil henüz! Hani kesin gözüyle bakılıyor ama sonuçta resmi olarak açıklanmadı. Asya turundan sonra gelecekler diye bir haber yayıldı dolanıyor internette. Gelirlerse kesmek için çocuk istediğim bir konser. 

Bu arada dipnot: Radiohead'in, bugün (19 Haziran) da Toronto'daki konserlerinden önce prova sırasında sahne çökmüş ve ilk yıllarından beri sahne teknisyenliğini yapan ve grup elemanlarınında çok sevdiği Scott Johnson hayatını kaybetmiş, 3 de yaralı varmış. 40 bin bilet satılmış ve internetten konserin iptal olduğu, insanlara konser alanına gelmemeleri söylenmiş. Gerçek bir facia, geçmiş olsun diyoruz elbette ama muhtemel İstanbul konserini etkilememesini umuyorum.


Sonradan gelen edit: Beklediğim gibi yalan habermiş malesef.

Evet, şimdilik 5 harika konser açıklandı ve paramın nasıl yeteceğini düşünüyorum.


Yeni öğrendiklerimi de ekleyeceğim. Şimdilik bildiklerim bunlar.

Ve şimdi gördüğüm bir liste ki oha dedirten cinsten. Maybeshewill, Radiohead ve Olafur Arnalds gerçekten çok iyi olacak.






19 Eylül, Scorpions


Ve en yenisinden bir haber daha, Scorpions! Geçen sene veda turnesiyle İstanbulda noktalamışlardı diye biliyordum ama böyle bir söylenti çıktı işte. Artık bu son olur sanırım ama mutlaka gitmek lazım. Ölmeden önce canlı dinlemek gerekiyor, az mı Angel dinledik lise zamanında, o aşk şarkıları kaçmaz elbet.


1 Kasım, Annake Van Giersbergen


İlk olarak Anathema'da vurulduğum, Arjen ile de harika projelere imza atmış güzel bir ses İstanbulda! Jolly Joker'de, daha var ama iyidir, güzeldir, gidilesidir. Bekle beni güzellik diyesim geliyor.


19 Eylül, Dead Can Dance


Bana hep apaçi müziği anımsatıyorlar. Deneysel, folk, gotik, enstrümanal, evrensel bir müzik yaptıkları. Çok farklı bir deneyim olurdu gerçekten de, bilet fiyatları 84 liradan başlamasaydı.


30 Kasım, Uriah Heep


Deep Purple'ın progressive hali diyecem dilim varmıyor. 70li yıllardan kalma harika bir progressive konseri. Jethro-Tull'dan başka prog konsere de denk gelmedim herhalde.


20 Kasım, Johann Johannsson


Nils ve Olafur konseri tadında olacağından şüphem yok. Ancan bu ikilinin aksine Johann prodöktörlük işinde, bilgisayar konusunda çok yetenekli. Elektrik katılmış bir klasik müzik konseri bekliyorum.

18 Haziran 2012 Pazartesi

İtalyanlar Neden Piç Kaldı?

İtalyan progressive müziği neden İngilizler kadar ün yapamamıştır hep sorarım kendime. Niye piç gibi ortada bırakılır ki böyle güzel eserler? Tamam, oluşum zemini bir İngiliz zemini değil ama neden yani? 


Bir kere İtalya, garibim, hep din sorunları çekmiş bir ülke. Adamlar orta çağdan beri din yüzünden rahata eremediler. Bizim psychedelic Amerikan, İngiliz grupları ortaya çıkarken niye İtalya'da bir hareket yoktu? O kadar müzik, sanat şehri diyoruz, şöyle bir bakınca, bir eksiklik hissediyor insan.


Amerika ve İngiltere'de psychedelic akımı ortaya çıktığında İtalya çok uzaktı bu durumdan. Savaşlar, ölümlerle uğraşırken dünya, İtalyanlar sağ-sol çatışması, din kavgaları falan yaşıyordu, ekonomi dibe vurmuş falan. E tabii sen böyle bir ortamda özgürlük, No-war! falan diyemezsin, uğraşacak başka dertlerin var. İtalya bu konuda psychedelice hiç bulaşamadı ama gençler yeni yeni çıkan İngiliz progressive gruplarını takip ediyorlardı. Van der Graaf Generator, Genesis gibi gruplar sevilerek dinleniyordu ve İtalya'da sonunda başlayacak olan progressive akımının sebebi oldu bu gençler. Her ne kadar 'progressive' akımında olsalar da kendilerinden bir şeyler de katabildiler, senfonik progressive dediğimiz türe en güzel katkıyı yapmışlardır.Ama çok büyük bir sorunları vardı: Ekonomi.


Fakirdi bu gençler. Adamların potansiyeli vardı, yapacaklardı güzel müzikler ama paraları yoktu işte. Müzik var ellerinde ama albüm çıkaracak paraları yok. Zaten İtalya'daki bu tek albümlük grupların yaygınlığı bundan. Adam bir albüm yapıyor dağıtıyor grubu. Temiz çalışıyorlar. Zaten yurt dışına çıkma olayları falan yok, başlıca 2-3 grup yurtdışına çıkmış o kadar. İnternetin yaygın olduğu dönemem kadar dünya bu müzikten habersizdi, ne zaman araştırmalar internet üzerinden olmaya başladı, dünya genelinde progressive hayranları naptı etti buldu bu müziği, sonra dinlenmeye başladı ama geç farkedildi işte. 



Müziği elde tutmak

Şimdi şahsen bir plak koleksiyoncusu olma yoluna giriştiğim için, mp3 kadar olmasa da CD kayıtlarını da hoş görmüyorum. Her ne kadar orjinal bir kayıt olsa da, mp3 gibi boktan bir sıkıştırma işleminden geçmemiş olsalar da, sevmiyorum. 

Nedenlerinden bir tanesi ortamı. Demek istediğim, CD formatında bir müziği bilgisayara takıp, güzel bir hoparlör sistemi kurup dinlemek gerekiyor. Basit, ama fazla dijital. Şarkıyı mouse ile seçiyorsun, CD'yi 'herhangi' bir CD imiş gibi DVD-Rom'a koyuyorsun falan, çok sahte geliyor bana. Bir pikapa plağı yerleştirmek, sapından tutup, iğnesini plaktaki çizgiye denk getirmek, aşağı indirmek falan, SEN belirliyorsun, fiziksel anlamda müziğe dokunuyorsun resmen. 

Birde sunuş aşaması var. Bir plak ile CD'yi elde tutmak arasındaki o devasa farktan bahsediyorum. İlk aşamada zaten tasarım göze çarpıyor. Bir plak kapağını elde tutmak o kadar heyecan verici bir şey ki! Albümün o kağıdını hissetmek, kapak tasarımına dokunmak, bir kere büyük! Öyle kenarda köşede saklanacak, sıradan bir şey değil. Evin en güzel kısmına konması gereken bir eser. CD'ye bakıyorsun ama, geneli malesef cam kapaklara sahip oluyor. Bu küçük detay bile koleksiyonculuğu seven, albüm kapak tasarımlarına ilgi duyanlar için büyük sorun teşkil ediyor. Dedim ya, o albümün kapak dokusuna dokunmak bile, resmin üzerinde eli gezdirmek bile harika bir şey. Adam sana cam kapakta, sıradan bir şekilde albümü sunduğunda bir heyecan uyandırmıyor içinde. 

Ki en önemlisi kalite! Dediğim gibi elbette CD'de orjinal kayıttır, kendi ortamında en iyi sesi vermeye çalışır ama bir plak kalitesi yoktur, analog kayıtların kalitesi çok barizdir, bunu müzikle az biraz ilgilenen her insan anlayabilir bence. Mp3 formatında, severek dinlediğiniz bir müziğin plağını, güzel bir ses sisteminde, işte güzel 2 büyük kolon, güçlü bir amfiklatör, iyi bir hoparlör cıkışı olan kaliteli bir pikapta falan dinlediğinizde gerçekten boşa yaşamış hissi veriyor insana. Sanki kafanızı çevirdiğinizde göreceksiniz grup elemanlarını, yanınızda çalıyorlarmışcasına güzel bir kalite. Arkadaş, ben bir blues plağında saksafoncunun üflemeden önce aldığı nefesi duymuşum, bundan güzel bir şey olabilir mi?

Ama en sinirimi bozan şey, plakları seviyormuş gibi görünmek. Daha izlemedim ama şu kızların taptığı meşhur bir 'Issız Adam' filmi varmış, plak sahnesi mi ne varmış herhalde. Sadece o nostaljik, romantik görüntüsü için bir karton plak görünce 'aaaa baaak, plak!', 'Ay bak yuvarlak, siyah falan, çoook romantikkk!' Ben bunları gördüm de söylüyorum. Plak dükkanının önüne konuş bir grup plak resmen insanların durup hayran kalmasına neden oluyor. Çok üst düzey birşeymiş gibi geliyor. Yahu kardeşim gir içeri, plak bak, plak bul, plak sor. Rica et 1-2 şarkı dinle, yemin ediyorum mutlu ayrılırsın dükkandan. Ama yok, plaklar bir süre daha sadece verdiği o nostaljik, romantik bir hava dışında gerekli ilgiyi göremeyecek ülkemizde. 

Aman Wilson bu resmi görmesin
Diğer sorun, plak ile mp3 arasında ki farkın farkında olmayış. Adam doğduğundan beri mp3ten müzik dinlemiş, ömrü boyunca bir müzik dükkanına gitmemiş, plağı geç, orjinal CD'den bile dinlememiş şarkıyı. Bu adam nasıl zevk alsın plaktan? Dinlediğinin gerçek müzik olduğu yalanıyla büyümüş, nasıl anlatırsın ki yaptığı yanlışı? Plaktaki kaliteye nasıl ihtiyaç duysun?

Ben isterim ki Kadıköy'de o 3-5 tane olan plak dükkanları dolsun taşsın. Al 1-2 tane plak, odana asarsın olmadı. Git sevdiğin bir albümü araştır, bulmaya çalış, sonra onu al, elini gezdir üstünde falan. Benim bu kadar yüksek derecede aldığım hazzı herkesin almasını isterim aslında. 

Ah birde bu kadar pahalı olmasalardı..

7 Haziran 2012 Perşembe

İnceleme: The Re-Stoned - Analog (2011)

Son günlerimi, özellikle şu final haftasına rağmen, saatlerce dinlemekle geçirmeme neden olan yepyeni bir albüm geçti elime. Taptaze bir grup, 2011 kayıtlı harika bir albüm. Tavsiye abime buradan hürmet ve şükranlarımı iletiyorum, çok mutlu etti beni kendisi.


Grubun ismi The Re-Stoned. Rusya'dan çıkmış, hakkında gerçekten çok az bilginin olduğu bir grup. Malum böyle olunca, bende henüz tek bir albümlerini sindirmiş olduğumdan, şimdilik albümü incelemek daha doğru.


Evet, Re-Stoned - Analog (2011) grubun live albümleriyle birlikte 4. albümüymüş. İlk albüm 2009'da çıkan Return of Reptiles imiş. 3 kişilik, kendi hallerinde kuzeyli insanlar bunlar ama ne kadar sevdiğimi anlatamam herhalde. 70li yıllarda takılıp kalmış, post dışında belirli kişilerin icraa ettikleri müzikler hariç sevemiyorum kendi jenerasyonumu. Ama bu grup bir ilaç gibi geldi. 
İlk dinlediğimde, 1971 yılında falan yayınlamış bir albüm herhalde dedim. Gitar riffleri, melodiler falan o kadar 70lerin progresif havasını taşıyordu ki. Sonra bir baktım, 2011. Lan? Geçen sene çıkmış? Bu kadar güzel olupta bu kadar taze bir albüm nasıl olabilir? 


Ki zaten grubun albüm kapağını görünce de direk 70lerden bir albüm diyor insan. Çok hoş bir kapak ama günümüzde böyle kapaklar yok artık. Çok başarılı gerçekten, plağının yayınlanmasını heyecanla bekliyoruz.


Şimdi albüm 7 şarkıdan oluşan 1 saatlik bir süreç oluşturuyor. Tamamen enstrümanal, vokal yok. Gitar az biraz Funkadelic anımsattı bana, efektlerle biraz King Crimson havası sezdim, Caravan'a biraz dokunmuşlar falan. Gerçekten ama gitar o kadar özgür, özgün, saf ki! Hiç bir engele karşılaşmadan en sade haliyle kulağınıza giriyor sanki. Bateri çok yerinde kesinlikle, zilleri çok yerinde kullanmış ve geçişleri çok iyi oturtuyor, bas gitarı ezecek bir durumu yok. En güzeli de bass gitar zaten benim için. O kadar hoş ki! Tony Levin var sanki başında. Bas gitarın yoğun hissedildiği şarkılar çok fazla. Bas slideları falan çok net duyuluyor ve çok ayrı kafada bas. Hani, sabit değil, kendine özgü çok orjinal bir şekilde çalıyor. The Aristocrats'ın 70ler hali gibi, her enstrüman kendisiyle barışık, uç noktalarında çalıyorlar ama birbirlerinden de hiç kopmuyorlar.
Şuan için en beğendiğim şarkı, albümün son şarkısı olan, 14 dakikalık bir şaheser olan 'Dream of Vodyanoy'. Ama cidden albümdeki her şarkı ayrı ayrı güzel. 70lerin hard rock rifflerinden, 60 sonarındaki pysekedelic ritimlerine kadar hepsini barındırıyor. Psychedelic Stoner Rock diye geçiyor albümün türü, ilk kez duydum (?).


Özetle, son günlerde öğrendiğime çok fazla mutlu olduğum, günlerce dinlediğim ve dinleyeceğim bir albüm. Yepyeni bir grup var elimizde artık ve uzun soluklu olması en büyük temennim. Plak olarak satılmıyormuş malesef albüm, yoksa direk alırım. Keyifli dinlemeler, sevmeyeni ayıplarım gerçekten ^^