11 Aralık 2012 Salı

Müzik Tarihi Kısım 1: Blues'un çıkışı

(Yaklaşık 2 aydır yeni bir şey yazamadım farkındayım. Bilgisayardan baya kopmuş olmamın da etkisi büyük ama asıl olarak şu sıralar Blues, Rock&Roll, Progressive, Punk, Metal türlerinin kökeni, tarihi, geldiği yer ve etkileşimleri falan geniş çapta bir araştırma içine de girdim içindir. Bilgilere ulaşmak kolay ama çok kapsamlı ve ayrıntılı olduğu için bunu daha özetler bir hale getirmeye çalışıyorum, ana temalarıyla özellikle Amerikan müziğinin tarihi özetlemeye çalışacağım.)


Müziğin tarihine basamak basamak inerden günümüzden itibaren şöyle bir bakarsak, tabii şuan günümüzün müziği şu diyebileceğimiz bir tür olmasa da, 2000'lerden inerken önce Trash/Heavy Metal karşılıyor bizi. Sonra Hard Rock ve Punk Rock. Ardından Punk'ın katlettiği Progressive Rock, Psychedelic Rock, Rock&Roll, Blues diye gider dersek baya yüzeysel bakmış oluruz. Bu bağlamda Blues bu akımların kökü oluyor ki bir yanlışlık da yok burada. Herşeyden önce Blues vardı!

Baya geçmişe giderek Endüstri Devrimine kadar geriliyoruz. Hatta onun da öncesine gidelim. Amerika'nın yerlilerle olan savaşları bitmiş, Avrupa büyükleri tarafından koloniler halini almış bir devlet var karşımızda. İngiliz, Fransız, Alman, İspanyol kültürleri de bu koloniler ile Yeni Dünya'ya taşınmıştı elbette.

Kolonilerin özgürleşmesi ve bağımsızlıklarını ilan edişleri Boston Tea Party adıyla geçen bir olaya dayanıyor. İngilizler Fransızlarla girdikleri 7 yıl savaşlarında kolonilerden yardım istemişler, kazanmaları durumunda Kanada'daki Fransız kolonilerin yönetimini kolonilere bırakılacağı sözünü vermişlerdi. İngiliz kolonilerini bunu kabul etti, yardım etti ve savaşı da İngilizler kazandı ama İngilizler sözlerinde durmadılar ve koloniler de tepki olarak Boston Tea Party adını alan, yerli Mohawk kılığında Boston limanlarındaki İngiltere'den gelen yük gemilerindeki çayları okyanusa boşaltmışlardı. Tarihteki ilk koloni başkaldırısı buydu ve bunu diğerleri izledi elbette.

Şimdi kolonilerin özgürleşmiş, ABD'nin kurulduğu döneme gidelim. 19. Y.Y.'ın ortalarından itibaren Afrikadan getirilen köleler var karşımızda. İleride zenci Amerikalıları oluşturacak bu topluluk köleliğin yasal olduğu dönemde deniz aşırı topraklardan getirilmiş ve deltalardaki tarlalarda, Amerika'nın güneyinde çalıştırılmışlardır. Oldukça zorlu şartlar altında düşük bir ücret karşılığı yıllar boyu çalışmış köleler Fransız İhtilalinden sonra anayasa değişikliği ile özgürlüklerine kavuşturlar.

Bu yasa değişikliği 1900lerin başına tekabül etmekte. Bu dönemde taşralarda yaşayan siyahilerin bizi ilgilendiren tarafı elbette müzikleriydi, Country Blues olarak adlandırabilecek bir tür. İspanyol kültürü etkisinde gitarla başladıkları müzik ilk başlarda kendi aralarında yaptıkları bir müzikti ve ilk Blues müziğidir bu. Sanılanın aksine ilk Blues parçaları davul, klavye değil, sadece İspanyollardan gördükleri klasik gitarla icra edildi. Sözler genellikle yaşadıkları zorlukları anlatan bir haykırış biçimindeydi elbette. Ayrıca ırkçılık en şiddetli zamanları olması dolayısıyla bu sorunlarda dile gelmiştir.

Ne zaman özgürlükleri ilan edildi, sanayileşmeye başlayan kuzey eyaletlerinde bulunabilecek iş imkanları dedikodularıyla siyahiler kendilerini yollara vurdular. Tren ağıda Amerika'yı doğudan batıya kuşattığından trenlerle yolculuklar başlamıştı. İlk hobolar da beyazlar değil, siyahilerdir. Ellerinde gitarlar ile gezgin bir bluescu topluluğu taşralarından çıkmış ve kentlere yol almaya başladılar. Elbette trenler ve kendini yola vurma duyguları da bu dönemde sözlerde kullanıldı. Bu göç 1910-1920 tarihleri arasında en üst düzeydedir. Orta Amerika doğrultusunda Detroit ve Chicago en büyük göçleri alan kentlerin başlarında gelmektedir. Özellikle otomativ fabrikalarında iş gücüne ihtiyaç nedeniyle Batı'ya ve Doğu'ya da hareketlilik olmuştu. 

Yeni bir döneme giren siyahilerin hayalleri hiç de gerçeğe yakınlaşmamıştı yine. Fabrika bacaları gölgesinde bir yaşam onları beklemekteydi. Fabrikaların atıkları nedeniyle kent dışına kurulmuş olmaları, fabrika işçisi rolündeki siyahilerin kent dışında yaşamalarını zorunlu kılmıştı. Derme çatma, sağlıksız bir ortamda yaşamaya başlayan siyahilerin bu dönemde yaşadıkları evler gettolar olarak adlandırılacaktır. 

Müzikal açıdan ise müzikleri büyük bir aşama katetti. Özellikle beyaz gençler tarafından ilgi gören müzikleri, iş umuduyla bütün Amerika'ya dağılan işçi tayfa sayesinde her yere ulaşmıştı. Klasik Amerikan ezgileri Blues ile etkileşime girmiş, Blues ise daha hareketli bir hal almıştır. Özellikle 1. Dünya Savaşı sonrası beyaz gençler tarafından hissedilmeyen başlayan başkaldırı, düzen karşıtçılığı kendilerini Blues'a ilgi duymalarına itmiştir. 1920lerde Blues artık her yerde duyulmaya başlarken elektronik gitarlar, piyanolar, saksafonlar da müziklerine dahil olmuştu. İlk siyah plakları da bu dönemde basılmıştır. İlk başta plak şirketleri önyargılı yaklaşsalar da beyaz genöleri tarafından da ilgi gördüğü için iyi bir yatırım olarak görüldü. 

Ancak 1930larda siyahlar beyazların arasında nefes almaya, topluma karışmaya yeni başlarken beyazlar tarafından en başından beri var olan ırkçılık artık fiziksele dönüşmüştür. Punk müziğinin kemikleri belki bu olaylar ile şekillenmeye başladı. Öyle ki siyahlar beyazların mahallelerine giremiyor, siyahlar için ayrı parklar, restoranlar, okullar açılıyor, sokaklarda linç edilme riskiyle yaşıyorlardı. 

Onun öncesinde de 1929'daki ekonomik kriz vurmuştu tüm Amerikayı. Zaten kıt kanaat geçinen siyahlar hepten işsiz buldular kendilerini. Taşralara geri dönenler bile oldu. Bu da Blues'un tekrar yollara düştüğü anlamına geliyordu. Bu burhan dönemleri aslında Blues müziğinin yayılmasında önemli adımlardı. Bu fakirlik dönemlerinde şarkı sözleri elbette daha bir içten, daha bir metemli, dertli olmuştu. 

İlgimi çeken bir konuyu da yazıp ilk kısmı burada noktalayacağım.

Özellikle New York gibi büyük şehirlerde yüksek kira fiyatlarına karşılık düşük ücretlerde çalışan zenciler arasında kira partileri oluşmaya başlamıştı. Bu olay da şöyle ki, kiranın ödenme günü geldiğince siyahlar o eve giderler, girişte adeta giriş ücreti öderler gibi bir miktar para verir herkes ve bu sayede o ayın kirası çıkmış olur. O parasızlık dönemlerinde böyle bir dayanışmanın olması elbette o evlerde Blues'un gelişimini ayrı bir etkilemişlerdir. Hatta bu partilere beyaz gençlerden de katılanlar olmuş. Hep dediğim gibi, özellikle savaştan sonra ebeveynlerine karşı isyankar bir tutumu benimsemeye başlayan kendilerini bu kargaşada siyahlara yakın hissetmişlerdir.


15 Ekim 2012 Pazartesi

Müzikteki Duygu Değişikliği

Müzik şüphesiz her türlü duyguyu içinde barındırabilecek bir din. Her türlü ihtiyaca karşılık verebiliyor. Hüzün, nefret, aşk, özlem, kader, acı, huzur, barış.. ve listeyi böyle uzattıkça uzatabiliriz.

Merkez öge konuları genellikle bunlar olduğundan ve bunlar her dönem insanlarının içinde olan, her yaşamda hissedilmiş duygular olduğu için, her dönemde tamamen farklı türlerde olsa bile bu duygulara cevap verebiliyor. Tabii mantık çerçevesinde yapılan müzik için lafım.

Bazı konular var ki, bir olay o dönem insanları öyle bir etkiliyor ki, ve buna karşı duruşlarını özgürce gerçekleştiremiyorlar ve bundan dolayı da bazı sorunlara cevap müzikle veriliyor. Beat kuşağının temelleri ve uzadıkça uzayan Vietnam savaşı sonrasında ortaya çıkan, blues ve jazzın tahtını sallayan hippi müziği tabirli progressive, psikedelik rock müziği en çarpıcı örnekleridir şüphesiz.

Yıllar geçti, dünyanın kendine has sorunları değişti. Buna karşılık müzikte değişiyor malum. Artık yapılan müzikler barışla alakalı değil. Artık kişisel sorunlara eğilmeye başladı müzik. Depresyona, platoniğe, kişinin kendi iç dünyasına dokunmaya başladı, insanların dile getirmekten çekindiği konulara. Ve bu durum en güzel yanı ise Steven Wilson'ın deyimi ile, çok acı dolu bir müzik duyduğumuzda ve biz de aynı hisleri paylaştığımızı anladığımızda olan şey aslında yalnız olmadığımız. Bu sorunlarla uğraşan, yalnız olan, çaresiz olan sadece biz değiliz. Ortak bir sorun ve bu durumun böyle olması bizi biraz olsun rahatlatıyor, haklı olarak üzülüyoruz hissine kapılıyoruz.

Diğer bir sorun ise, bu tamamen günümüzü ilgilendiren bir sorun, Gösteri Peygamberliği. Chuck Palahniuk edebiyat dalında en güzel kaleme alan kişilerden biri ve o kitabıyla örtüşen bir de şarkı vardır ki elbette en sert eleştirileri cesurca dile getiren filozof grup Tool. 


Tool - Vaciraous şarkısı gerçekten de günümüzdeki televizyon köleliğini, ne kadar duyarsız ve aslında ne kadar lanetlendiğimizi gözler önüne seriyor net bir şekilde. Burada o düşünce üzerine konuşmama gerek yok, zaten şarkı net cevaplıyor her şeyi. 

Maybeshewill - Not For Want Of Trying ise ayrı bir silah. Dünyanın yok oluşunu izleme isteği. Ciddi bir yorum gerçekten ama Özellikle Tool bunu net bir şekilde dile getirmiş ve Maybeshewill nasıl da 'bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın' mantığına bağlandığımızı gösteriyor bize. 

Bir de Porcupine Tree'den can alıcı bir şarkı vardır Fear of a Blank Planet albümünden aynı isimli şarkı, günümüzdeki televizyon bağımlılığını, hap-uyuşturucu ve asosyallikten dem vuruyor. Çok başarılı olan albüm böyle bir şarkıya sahip olmasıyla daha da değerleniyor.

Bunun gibi örnekler var, ama fazla değil. Özellikle Maynard çok sert eleştiriyor ki itiraf edemediğimiz davranışlarımızı şarkıda dinledikçe insanlık kavramını sorgulamadan edemiyor insan.

Günümüzün sorunları değişiyor ve yeni yeni artık ciddileşmeye başlıyor ve post-rock altın çağını yaşarken elinde ham bir malzeme var. Yeni bir akım değişikliğine bile sebep olacak kadar büyük bir şey aslında. 3. Dünya Savaş'ı belki de geçmişte olduğu gibi bunun tetikleyicisi olacak.

12 Ekim 2012 Cuma

Esmerine Biçim Biçim!

Tarih: 12 Ekim
Yer: Salon IKSV
Bugün hayalimin gerçeğe kavuştuğunu gördüm. 

Önceden bir yazıda da bahsetmiştim, günümüz Türkiye'sinde grupların şarkı coverlamaktan öteye gidememelerine, hadi bu aşamayı geçseler bile İngiltere'de yapılan müziğin benzerini yapmalarına dem vurmuştum. Batı müziğini kendi kültürel müziğimizle birleştirince ortaya nelerin çıkabileceğini ama kimsenin buna cesaret edemeyişi gerçekten sinir bozucu bir durum. İnatla gruplar aynı şarkıları coverlamaktan vazgeçmiyorlar.


Bugün Esmerine beni hayli tatmin etti. Tamam her ne kadar Kanadalı olsalar da bunu yapmış olmaları yeter. Zaten GSY!BE'dan tanıdık yüzler varken ilk başta post-rock temasından çıkmayacaklarını düşündüm. Kaldı ki çello ve keman alıp elektro gitarı çıkartan bir gruptan farklı bir sound elbette bekliyordum.  Ama o da ne! Türkler sahneyi bastı!

Konserden önce grubun perküsiyonisti olan Bruce Cawdorn ile kısa bir muhabbet etme fırsatı buldum. Yanında arkadaşları vardı ama 3-5 lafın arasından Türkiye'ye bir kaç hafta önce geldiklerini söyledi. Bir ev kiralamışlar, her gün stüdyo kiralamak yerine evi stüdyoya çevirmişler. Ben o konuşma sırasında pek anlam çıkartamadım, neden turnede konserden önce gelip prova yapıyorlar falan. Meğersem bizim Türkler işin içindeymiş. 

Şimdi konser 4 kişilik orjinal Esmerine kadrosuyla başladı. Kemandan bass gitara geçişler yapan Brian Sanderson gerçekten büyüleyici. Derken, çellolar, marimbalar falan iyice uçmuşken sahneye 4 Türk çıktı. Aldı biri eline sazı, biri zurnanın başına oturdu, teki darbukaya geçti, teki de arkada elektro gitar askısını taktı. 



Ve resmen müzikal bir şölen başladı. Darbuka ve baterinin uyumu ya da sazla tenor banjonun birlikte yükselişi.. Gerçekten rüya gibiydi. 

Ve hep yapmak istediğim, müzisyen arkadaşlarıma verdiğim öğütler bu yönde. Cover yapmak yerine, herkesin çaldığı-çalabildiği müzik yerine, enstrümanlar ile bu müziğin renklenmesi lazım. Tamam trash metal çalıcam ben diyene lafım olmaz ama biraz üstüne gidilirse çok güzel soundlar yakalayabiliriz kendi kültürümüzü de katarak. Grubun bile sazdan o kadar zevk aldığı belli oluyordu ki, hele darbuka falan.. 

Videoyu en yakın zamanda -sanırım bayramda- koyarım. Ama gerçekten bu önemli bir nokta. The Aristocrats bile geldiğinde Guthire Govan'ın yanında kemençe vardı. Özellikle yabancılar çok meraklı bu tür şeylere. Biraz orjinallik, biraz kendinden katma çok şey değiştirir.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Kadıköy'de Metal İşçiliği: Cryptic


Kadıköy'ün sisli ve hüzünlü sokaklarından... Neyse bildiğimiz Kadıköy'ün o plak, sahaf, antika kokan taş sokaklarından, barlar sokağından yeni bir metal grubu piyasaya dahil olma peşinde: Cryptic.

Cryptic'in en eski ve kurucu üyesi belki de Barış Menküç. Biraz eleman değişikliği sonrasında grup şuan oturmuş durumda. 

Yaptıkları müzik nedir? Metal.
Günümüz İstanbul'unda her gün bir barda Metallica çalan bir grup mutlaka oluyor. Rock barlarına gittiğinizde repertuarlar o kadar birbirine benziyor ki, bir fark göremiyorsunuz. Vokalin sesi eğer fazla göze batıyorsa o zaman grup farklı olduğunu hissettiriyor ama bass gitarda aynı tellere tokatlıyor, bateride aynı zilleri sallandırıyor. 

Bana göre günümüzde metal gruplarının en büyük sıkıntıları bu. Listesinde Enter Sandman bir grup yok artık. Bir türlü anlam getiremiyorum bu konuya. Zaten herkesin aynı şarkıları çaldıkları bir türde çalmak istiyorsun madem, biraz farklı tatlar denese ya insanlar. Am I Evil yerine Unnamed Feeling çalsa ya insanlar. She Wolf yerine Angry Again falan..

Ama durum bu değişmesi zor öncül birileri olmadıkça. Hal böyleyken hangi grup kaliteli diye bakmak gerekiyor. Şarkı listesi, sahne performansı önemli kriterler. Cryptic bu konu da geçen seneye göre oldukça ilerleme kaydediyor. Sürekli kendilerini geliştirmeye çalışan bir grup ki sahne dışında en göze çarpan şey iletişim. Eleştirilere gayet açıklar ve grup elemanları arasındaki iletişim gayet güzel. Konserden sonra oturup geyik yapabileceğiniz adamlar. Cana yakın olmalarının bir sebebi de yaş sanırım. Baterist 16 yaşındayken bassist 23 yaşında, ama bu bir sorun olmak yerine + özellik kazandırıyor gruba. 

Pentegram'dan Kreator'a, Megadeth'ten Judas Priest'e, Rammstein'dan Iced Earth'e uzanan bir listeleri var ki Judas ve Megadeth ağırlıkta tutuluyor. Dawn Patrol gibi gitarları bırakabiliyorlar ya da Angel ile bütün enerjiyi yok edebiliyorlar. 

Yolunuz Kadıköy'ün ıssız sokaklarına düşerse bir gün, Shaft'a uğrayın. İçeriden metal tanrılarına ayin yapan dindarlara rastlayabilirsiniz. 

Ya da riske girmeden şu adresten konser tarihleri ve daha geniş bilgiye ulaşabilirsiniz:

www.crypticband.com

6 Ekim 2012 Cumartesi

Müzikte Öfke Kontrolü

Öfkenin en rahat ve en özgür bir şekilde yapıldığı türlerden belkide en yaygını metal, daha da özele inersek death, black metal. Rock müzikte görülmüyor çünkü rockın temelleri hippi akımına dayanıyor ama metal öyle değil. Bağıra çağıra, zıplayarak, kafa sallayarak bütün enerjini atıldığı bir müzik. Metalide böyle genele indirgememek lazım ama un uygun sıfat bu.

Ama bu gruplarda öfke öyle yaygın ki, ana fikri oluşturan unsur oluyor. Sözler önemsiz, hatta şöyle dersek, vokal bile bir enstrüman gibi görülüyor. Sözleri zaten anlamak zor, öyle bir ortamda da buna uğraşmak anlamsız. Bununla beraber sert metal şarkıların sözleri hiç kaliteli değil. Anlamsız kelimeler kullanılabiliyor ve buna göz yumulabilir çünkü dediğim gibi vokal bir nevi enstrüman, sesin kalitesi, kontrolü, inişi çıkışı zaten o kadar önemli ki, ne söylendiği önemsiz.

Lakin dediğim gibi öfke ana unsur olduğu için fazla sert, ucu yok. Rock müziğiyle büyümüş, metale göre daha sakin dinliyiciler için kuru gürültüden başka bir şey değil. Hep barış hep mutluluk temasıda bir yere kadar oluyor tabii, bu nedenle daha değişik yollarla bir enerji atılması lazım.

Alternatif en baba isim elbette Tool. Tool'un yaptığı müzik o kadar orjinaldi ki, ilk çıktığında demo albüm bile çok beğenildi. Ama yazıktır, hala benzeri gruplar bulmak zor. Bu sebeple Tool'a benzer grup değil de, o ruhu yakalayan gruplar alternatif olabilir. Çünkü Tool gerçekten hakkıyla dinlenildiğinde sevilmeyecek bir grup değil. Bas gitarın bu kadar net ve ön planda olduğu, sözlerinin bu kadar felsefik ve hiç de sıradan olmayan konulardan oluşu ve en önemlisi brutal vokale girilmemesi ilk göze çarpanlardı. 

Maynard gerçekten zeki bir adam ve ne yapmasını çok iyi biliyor. Böyle yüklü bir öfkeyi, nefreti brutal vokal kullanmadan dışarı vurabilmek zor. Kontrollü bir öfke serzenişi var müziklerinde.

Ama en büyük sorun şu: Tool hiç de verimli bir grup değil. Tamam Maynard Puscifer, A Perfect Circle ile falan hala müzik yapsa da Tool her zaman ayrı olmuştur. Neredeyse 5 yılda bir albüm yapan bir grup bu kadar iyi olmasaydı her albümde bu kadar satmazdı herhalde. Bu yıl 2007'den sonraki ilk albümlerini çıkaracaklar ve yine büyük bir patlama olacak, eminim.

Madem Tool verimsiz kalıyor, aynı şarkıları defalarca dinlemekten bıkmasak bile yeni bir tat arıyoruz. Ama az, cidden az grup var.

Mesela Rishloo diye bir grup vardır. Adı sanı geçmez bir yerde. Zaten 2 albüm yapıp ayrıldılar. Ama yaptıkları müzik çok iyiydi, ilk başta Tool özentisi gibi gelebiliyor ama harbi kendilerinden bir şeyler katıyorlar adamlar. Özellikle 2. albümleri çok iyi bir albüm bana göre. 

Ashes Divide de bir alternatif olabilir ama vokalin sesi yeterli değil ve post unsurları çok göze çarpıyor. Bunun yerine Isis daha yerinde bir tercih olabilir grup olarak.

Onun dışında vokal kullanmadan bu öfke unsurunu kontrol altına alan gruplar var ki bunlar post-metal adı altında geçiyor. En iyi örneklerini de Russian Circle vermiştir bana göre. Enter albümleri gerçekten hiddetle tavsiye edebileceğim bir albüm, özellikle Carpe şarkısı inanılmazdır.

Maybeshewill, Pelican, Amplifier grupları da var ama tam olarak bu duyguyu vermiyorlar. Post'un etkisi çok fazla ve öfkeyi veremiyorlar.

Bunu hiç anlayamadım zaten. Tool hayranlarının kitlesi belli, neden daha alternatif grup yok? Maynard'ın sesi bu kadar mı özel diye düşünüyorum ama sebebin ne olduğunu kestiremiyorum.

Her ne kadar peace mantığıyla hareket eden bir müzik dinlesek de içeride biriken öfkenin dışa vurulması lazım ve yine her şeyde olduğu gibi müzik bir numaralı yol.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Elektronik Müzik Ne Yapıyor?

Geçen gün gittiğim Urban Festivalin üzerine yazıyorum öncelikle.
Özellikle son birkaç aydır dubstep başta olmak üzere elektronik müzik resmen çığır açtı kendi alanında. İster istemez merak ettim ve 'napıyorlar acaba içeride' sorusu beni Çiftlik Park'a götürdü. 

Öncelikle dubstepi ele alırsak; şuan piyasada dubstep müzik adı altında yayınlanan müzikler aslında bir sıfatlandırma sorununun sonucu. Nasıl biz deneysel, belirli bir türe sokamadığımız entrümanal müziğe post-rock diyip geçiştiriyorsak, nasıl 70lerden tamamen farklı bir sounda sahip olmasına rağmen günümüzdeki bazı gruplara progressive rock grubu tanımlamasını yakıştırıyorsak bu da benzer bir durumda. Dubstep aslen reggae müziğin elektronik müzikle harmanlanıp ortaya çıkmış hali denebilir. Asıl dubstep aslında şuan piyasada dubstep diye geçen müziklerden daha üstlerde ama doğru olmasa da bu sıfat uygun görülmüş ve bir zamanlar grupların yarısına alternatif rock denildiği gibi bunlara da dubstep denmiş. Temel itibari ile elektronik tabanlı ve üst üste ritimlerin ve melodilerin eklendiği, aşama aşama yükseldiği ve o doruk noktası dediğimiz patlama anına kadar devam ettikten sonra, belki bu noktada bir takım uyuşturucular yardımcı olabilir, kelime anlamıyla uçuran bir müzik denebilir. En önemli özelliği o basamak basamak gelişmesi ama şuan dubstep çevçevesinde bakılan bir çok müzik bundan uzakta. 

Elektronik müzik ise trip-hop tabiri ile özdeşleşen, bir zamanlar akustik olarak yapılan müziklerin bilgisayar ortamında dijital bir yolla yapılması sonucu çıkıyor. Akustikten kastım bir müziği sahnede canlı olarak sergilenen türden performanslar. Elektronik müzik genel olarak turn-tablelar ya da keybordlar üzerinden yapılıyor ki bu sebeple piyasada rock gruplarında olan 4-5 kişilik gruplar yerine tek bir adam da bütün müziği sahnede çalabiliyor. 

Elbette bu 2 müzikte de emek var, bir uğraş çerçevesinde yapılıyor ama akustik performansa alışmış birisi için bu müzik çok yapay gelecektir. 

Benim en hoşlanmadığım konu festivaldeki insanlar oldu. Günümüzde hipster diye tabir edilen bir insan güruhu vardı. Bu insanların tipleri, giyinişleri falan değil, sinir bozucu olan şey sanata bakış açıları. Her ne kadar biraz geri kafalı olan bana göre bir emek sarfediliyorken buna bir saygı göremedim. Gördüğüm kadarıyla bir çok kişi oraya gitmiş olmak için gidiyor. 
Günümüzde bir eylemi yaparken ne hissettiğimizden çok çevremizin nasıl karşılayacağı önemli.

Son model telefonlarla çekilen fotoğrafların anında check-in ile paylaşımı çok rahatsız ediyor beni. Özellikle instagram konusuna kendi adıma çok tepkiliyim. Bu konu fotoğrafçılığa giriyor ama ben kan ter içinde tek bir poz yakalamak için tek ayak üstünde beklerken öyle bir programla çekilen fotoğrafların emek sarfedilmişcesine hayranlık uyandırıyor oluşu çok sinir bozucu ki neyse.

Bu noktada bile rock müziğin ne kadar emek ile yapıldığını ve dinleyicilerin de verilen emeğe saygı duydukları görülebiliyor. Aynı yerde aylar öncesinde yapılan Opeth konseri ile bunun arasında, seyirci kalitesi ve konsere bakış açıları arasında çok fark var. Metal müzik çok büyük bir hayran kitlesine sahip ve bu müzik ölecek, yok olacak bir müzik değil. Metalin yaşaması için rock müziğinde yaşayacak olmasının garantilenmesi gerçekten huzur verici. 

Toparlarsam, ne kadar bir jazz, progressive rock ya da post-rock konserinde performansı sergilemek için verilen çaba görülmese de elektronik müzikte de bir emek var, bunu görmemek elde değil ama günümüzdeki müziğin tek bir klavye üzerinden yapılması her ne kadar pratik gibi görünse de ilerisi için kötü sonuçlar doğurabilir.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Mumford'un Oğlanları

Sessiz bir Salı akşamı, kahveden bir yudum aldıktan sonra masaya koymak için kolunuzu uzatırken bir anda çalmaya başlayan White Blank Page adında bir şarkıya denk gelin. Kahveyi koyduğunuz sağ elinizn aksine sol eliniz istemsiz bir şekilde küllüğe yeni oturttuğunuz sigaraya uzanırken buluyorsunuz sonra. Yukarı doğru başınızı kaldırıp nefes alırken karaciğerinizin üst kısmında bir bir hareketlenme başlıyor.

Benim Mumford & Sons ile tanışmam böyleydi, hala unutamam. 

Grup elemanları;

Marcus Mumford - Vokal, gitar, davul, mandolin
Ben Lovett - Vokal, klavye, akordiyon, davul
Country Winston Marshall - Vokal, banjo, dobro, gitar
Ted Dwane - Vokal, bas, davul gitar

Grup folk müziğin en hoş tınılarını veriyor bize. Çok çeşitli enstrümanlar mevcut -bu arada bas gitar değil, kontrobass genelde-. İlk dikkat çeken şey, Beirut tadı var şarkılarda. Ama vokalin sesi çok yanık böyle çok içten geliyor. İngilizlerin müzik adına dünyaya en büyük katkıyı yaptıklarının bir kanıtı daha.

Grup elemanlarının genç olması ayrı bir dikkat çekici. Elemanlar canlı konserlerinde farklı farklı enstrümanlar çalıyor, hepsi maşallah bateri, gitar çalabiliyor. 

Ve grup 24 Eylülde yeni bir albümle geliyor. Albüm turnesine Türkiye'yi eklememeleri için sebep yok, sonuçta baya grup geliyor.

İşte bence grubun en içli şarkısı. Hoş albümde The Cave, Little Lion falan çok seviliyor, bu şarkının adı çok geçmiyor ama sözleri çok güzeldir.