30 Mayıs 2012 Çarşamba

40 yıldan sonra Ian Amca!!

Bu kadar mutlu olmayı beklemiyordum ama resmen dans ediyorum. Ian Anderson Türkiye'ye geliyor! Ne kadar sevindim anlatamam. Geçen sene izleme fırsatı bulamamıştım belki ama özellikle bu konser daha bir ayrı. Hani öncekine gitmediğim için memnunum bile diyebilirim. Sebebi? Thick as a Brick!!


En son 1972 yılında canlı performansta çalmışlardı bu şarkıyı ve 40 yıldır, tam 40 yıldır duyulmuyordu bu albüm. Böyle bir albümü baştan sonra canlı canlı dinlemek kadar güzel bir şey olamaz.


10 Eylül 2012 akşam saat 20.00'de, Küçükçiftlik Park'ta gerçekleşecek konser 70lerin etkisinden kurtulamamış benim gibiler için iple çekilecek bir konserdir. Bilet fiyatları yarın açıklanacakmış, erken almakta fayda var, hemen tükenebilirrrrr....!!




Ayrıntılı bilgi için biletix;
http://www.biletix.com/etkinlik/NKURD/ISTANBUL/tr#.T8VJCkhG-74.facebook

Sahne önünü 168e satarak beni hayal kırıklığına uğratmıştır Biletix. Opeth konserinden net biliyorum mekanı ve arkaya gitsem de çok uzakta kalmam sanırım amma Ian amcayı dibinden görmek var şimdi. O enerjik herifi uzaktan izlemek istemiyorum. 


Ah birde albümün plağını bulabilsem süper olacak

29 Mayıs 2012 Salı

Black Heart Procession: Depresyonun Uç Noktası

Herkesin vardır diye tahmin ediyorum, kendine özel tuttuğu sanatçılar. Sanki sadece kendisi biliyormuş gibi hissettiği, benimsediği sanatçılar. Bilmiyorum var mıdır ama benim var şahsen. Belirli bir sürece kadar bu duyguyu yaşasa da insan, bir süre sonra bahsetmek istiyor, anlatmak istiyor grubu ki benden bunu yapıyorum..

Black Heart Procession.. İsminde bile hayır yok, bariz tehlikeli bir grubuz diyorlar. Gerçekten de gördüğüm en tehlikeli gruplardan bir tanesi. Gecenin bir vakti, boş bir anınızda sizi yakaladığında işkence etmesini çok iyi biliyor. Hoş, mutlu anınızda bile sizi harap edilmiş halde bırakabilir orası ayrı. 

'97 yılında kurulmuş ABD'li bir grup aslında, yeni sayılırlar. Birkaç eleman bir araya gelmiş, 'bu insanların nasıl darma duman ederiz' demişler, düşünmüşler, bu müzik ortaya çıkmış. İlk albümleri (1, 2, Three) Indie havası barındırıyorken sonradan çıkan Amore Del Tropico, In The Fishtank, Vol. 11, The Spell, Six ve daha dinleme fırsatına erişemediğim son 2 albümlerin de bu türden ziyade, alternatif, darkwave, punk havası seziliyor. Aslında türe indirgemek bile saçma, tek bir amaca hizmet eden bir grup. Şahsımın plaklarımın arasında en çok görmek istediği albümlere sahipler, The Spell, 2 gibi. Birde albümlerde dağınık olarak bulunan Waiter #1,2,3,4,5 şekilde beş farklı şarkı vardır ki, sadece bunlardan oluşan bir albüm olsa da alsamdır. Bir de The Letter şarkısı vardır ki, sözleriyle, melodisiyle, her birşeyiyle beni en çok vurmuş olan şarkıdır sanırım hayatımdaki.
Şimdi dediğim gibi, melankolik, depresif moda sahip kişilerin bırakamayacağı bir grup. Kesinlikle kış grubu. Soğuk bir kış günü bir cafe olsa da girsek, kahve içip ısınırken arkadan bu şarkı çalsın falandır. Özellikle bu müziğin pick-uptan yaratacağı atmofseri hayal bile edemiyorum. Çikolata yanında güzel gidiyor nedense, sütsüz bir kahve, bir dal sigara (tercihen sarma) ile uzaklara dalınıp gidilesi bir grup. Uzun yol olsun, evin karanlık odası olsun, iskelede boğaza karşı olsun, yangın merdiveninde olsun etkisini çok iyi gösteriyor, yeter ki hava karanlık olsun. İnsanların yaydığı o mutluluk duygusu hafiflesin, aydınlık havada güzel olmuyor 1 ve Three albümü dışında. 

Sigara var, gece yarısı olmuş, bir fincan kahve yaptınız, o zaman kendinizi bu adamlara bırakabilirsiniz. 

18 Mayıs 2012 Cuma

İnceleme: Ayreon - The Human Equation (2004)



Bu sefer taptığım diğer bir adam olan Arjen Lucassen'in bir projesinden bahsediyorum. Gözümde başka bir Steven Wilson'dır. Steven aynı zamanda farklı farklı projelerde iş yaparken bu adam ayrı ayrı projelerdeki adamları birleştirmesiyle adından söz ettiriyor. Söz yazar/besteci/prodüktör/vokal olmasının yanında Gitar/Keybord/Bass/Banjo/FülütHammond/Piyano çalabilen bir insandır ki insanlıktan çıkmıştır. Sert bir imaj verse de ilk başta aslında insan canlısı bir adam olduğunu anlıyorsunuz röportajlarında hemen. 

Neyse, şimdi bu adamın en ünlü projelerinden biri Ayreon adında bir grup. Bu albümde grubun 2004'te çıkardığı ve yaptıkları (ve bence yapabilecekleri) en iyi albümü. The Wall, Be, SFAM, The Snow Goose, Nightfall in the Middle Earth ve Quadrophenia ile birlikte yapılmış en başarılı konsept albümdür bana göre. Ama bu albümün diğer saydıklarımdan farkı var. Gerek Camel, gerek Blind Guardian bu albümlerinde grup halinde bu albümleri çıkarmışlardır ama Ayreon farklı bir yol izlemiş, onlarca vokali bir araya toplamıştır. Herbirine birer kararketer vermiş, bir nevi tiyatro gibi sergiletmiştir albümde. Kimdir bu vokaller, isimlerini duyunca insanın 'ÖHEOAASEEAA' gibi bir tepki verebilecek insanlar:

James Labrie (Dream Theater) :Me
Mikael Akerfeldt (Opeth) :Fear
Arjen Lucassen (Ayreon) :Best Friend
Eric Claypton (Saviour Machine) :Reason
Heather Findlay (Mostly Autumn) :Love
Irene Jansen (Karma) :Passion
Magnus Ekwall (The Quill) :Pride
Devon Graves (Dead Soul Tribe) :Agony
Marcela Bovio (Elfonia) :Wife
Mike Baker (Shadow Gallery) :Father
Devin Townsend (Stapping Young Lad) :Rage

Dudak uçuklatıcak bir kadro var. Kabul etmem gerek, bilmediğim birçok sanatçı var albümde ama başka James ve Mikael var, bu bana yetti. Bu arada James Labrie'yi sevmeyen insanlar var baya ama şöyle demem gerek, bana göre en başarılı vokalini gerçekleştirmiş burada.

Şimdi albüm dedik en iyi konsept albümlerden biri, o zaman ne anlatıyor? Hikayesi güzel, ama müzikale değinmek istiyorum önce kesinlikle bir başyapıt. Hani albüm 2 diskten oluşuyor, 20 şarkı var ama nasıl desem, bir albüm dinlersiniz, içinde 2-3 tane şarkı resmen içinize işler, sürekli o melodi aklınızda kalır. Özellikle ilk diskinde her bir şarkının melodisi ayrı ayrı aklıma geliyor. Hani bu kadar güzel şarkıların tek bir albümde olmasını beklemiyor insan. Kısa sürede en çok dinlediğim albümlerden biri oldu. 

James/Arjen
Konu: Evet önce listeye bakınca zaten karakterlerden birşeyler çıkıyor. Başrolde James'in seslendirdiği Me var. Ana karakterimiz, en yakın arkadaşı ve karısı. Gerisi kendi içindeki duygular bütünü. Bir gün, güneşli bir gün, bomboş yolda giderken, Me bişey oluyor yoldan çıkıp bir ağaca tosluyor. Albümün başı hastanede başlıyor, elemanımız komaya girmiş. Yanında karısı ve en yakın arkadaşı var. Doktorlar herhangi fiziksel bir sorun olmadığını, uyanmış olması gerektiğini söylüyorlar ama yok yani Me uyanmıyor.

Burada kendi zihnimize giriyoruz. Komadayken tek tek duygular karşımıza çıkıyor. İlk başta Fear, Pain, Agony, Passion yükleniyor bize. Resmen birer kişiliğe bürünüp bizi geçmişin acı tarafıyla yüzleştirmeye kararlılar gibi. Çok zor bir yolculuk vardır ve bizi kurtaracak tek şey Love'dır. 

Lanet bir babamız vardır, eve uğramayan, bizi küçük gören, aşağılayan bir adam. Çocukluğumuzdan beri nefret ediyoruz ondan ve gün gelecek ondan daha iyi olacağım diyoruz. Ama bu çok zor, her ne kadar Best Friend bize ulaşmaya çalışıyor olsada okul zamanlarına dönünce iyice yıkılıyoruz. Babamızdan daha iyi adam olacaz ya, herkese kendimizi ispatlama çabasına gireriz, Pride bize gaz veriyor tabii. Ama böyle davranınca okulda da yalnız çocuk oluyoruz. Bunlar böyle devam ederken, hastanede bize yardım etmeye çalışıyorlar. Bize yatağımızın başında eski güzel anılardan bahsediyorlar. Best Friend zor bir çocukluğumuzun olduğunu biliyor ama güzel anılarda vardı be hacı diye bize yardım etmeye çalışıyor. Ve sonra karımızla tanıştığımız günü anlatıyorlar bize.

Lan tamam diyoruz, iyiyiz uyanıcaz kalkıcaz ayağa derken Agony içine sıçar bütün aldığımız gazın. Annemizi hatırlatır bize. Peder evi terkedince yalnızlık ve mutsuzluk yüzünden ölen annemiz.. Tekrar en dibe çökeriz, tramvaya gireriz. Korku fena yüklenir bize. Bu noktada Love devreye girer ve bizi kurtarmaya çalışır. Karısını çok yalnız bıraktığını farkeder ve ona şuan ihtiyacı olduğunu anlar ve tekrar savaşmaya karar verir. Hatta yumruğunu sıkar, gözünden bir yaş gelir falan hastanede anlaşılır kendi içinde savaştığı.

Önce arkadaşına yaptığı ihanet aklına gelir. Gurur çok güçlü çıkar, kendi çıkarı için arkadaşının hayatını mahvedecek kadar bencildir. Derken birde babasının sesini duyar içinde, dalga geçer, sen benden asla daha iyi olamazsın ahmak diye. Gene Love'a tutunup çıkmaya çalışıyoruz ama sonra kaza aklımıza geliyor. O gün yolun kenarında Best Friend ve Wife'ı birbirlerine sarılırken, gülerlerken görmüştür ve hıncını o ağaçtan çıkarmaya çalışmıştır. Love'dan da hayır gelmeyeceğini anlar ama arkadaşı ve karısı durumun göründüğü gibi olmadığını, karısının konuşacak sarılacak birine ihtiyaç duyduğunu anlar. Hiç yanında değilizdir karımızın falan. Aslında hatalı olan biziz bunu anlıyoruz ve herşeyi düzeltmek için kendi kendimize kurtulmaya çalışıyoruz artık ve başarıyoruz da. Gözümüzü açıyoruz, arkadaşımızdan özür diliyoruz, karımıza sarılıyor falan mutlu mesut yaşamaya tekrar başlıyoruz.

Şimdi tek tek şarkıları yazsam çoook uzun sürerdi ama Trauma, Pain, Love, Loser ilk aklıma gelen en güzel dediğim şarkılar. Özellikle Trauma şarkısında Mikael'in brutal vokalini özlediği farkettim. Pain'de Devon çok başarılı iş çıkarıyor, Love'da Heather ağırlığını koyuyor, Loser'da da Mike. Hatta Loser baya eğlenceli bir şarkı aslında.


Müzikali zaten aşmış bir albüm. Kemanlardan fülütlere binbir çeşit enstürman var, sert şarkılar varsa bile progresif havasından bir şey kaybetmiyor. Gerçekten, özellikle davul çok başarılı geldi bana.

Üstüne çok şey söylenecek, her şarkının ayrı ayrı bir şaheser olduğu bir albüm. Baştan sonra şöyle oturup dinlemek gerek en az bir kere. 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Ferhat Göçer was here

Videonun başlığını görünce 'Yeni bir Serdar Ortaç faciası' bekliyordum ne yalan söyleyeyim, çok ön yargılı açtım. Bu düşünce gitarın girişinden sonra da devam etti açıkçası, şarkının başındaki o slidelar olmadan dinlemem ben bu şarkıyı normalde (sırf bunun için pickup alınır mesela) ve gitar çok bayık geldi bana. Sözler girince bir anlık yumuşama ve ön yargım yok oldu. Çok şaşırdım, beklemiyordum ama sesini iyi oturtmuş be. Türk sanatçılara karşı nedensiz bir antipatim oluşuyor, pop sanatçılarına özellikle ama böyle bir adamdan böyle bir cover duymak güzeldi. Olmuş diyemiyorum, ben o şarkıyı gitarı için dinliyorum ve olmamış gitar ama sesini şaşırtıcı bir şekilde oturtmuş bence, duyguyu yansıtabilmiş bence 12 telli gitaristim benim.


Bu adamı sevmezdim ama bir nebze gözüme girer gibi oldu. Ama sormak istiyorum;
Türkçe pop Pink Floyd'dan ne istiyor arkadaş?




15 Mayıs 2012 Salı

Insurgentes: Türkçe Altyazı

Insurgentes belgeselinden önceden de bahsetmiştim. Ne yazık ki internette türkçe bir altyazı kaynağı bulamadım. Malum, bu devirde bile ingilizce sorunu çekiyoruz ve insanları zaten izlemelerini sağlamak bu kadar zor iken, birde altyazı yoksa hiç yeltenmeyecekleri bir istekte bulunuyor olacaktım. 

Hem böyle bir durum varken, hem de kişisel olarak ingilizce konusunu halletme çabasındayken bunun bana da yararlı olacağını düşündüm ve bunun çevirisini yapmalıyım dedim. Sonuçta Steven Wilson benim şu dünyada taparcasına sevdiğim bir deha ve her ne kadar şuan için başarısız olsam da müziğini yayma çabasındayım. Günlerdir uğraştım, tıkandığım yerler de oldu ama sonunda bir şekilde son noktayı koyabildim.

Şimdi çevirmenin notu olarak söylemem gerekiyor ki, zordu. İngilizceyi öğrenme aşamasında olan ben için zorlayıcı bir deneyim oldu. Dediğim gibi çok tıkandığım yerler var. İngilizce altyazısını anlamak ile bunun çevirisini yapmak, anlatmak çok zormuş. Bazı yerler gerçekten umutsuzluğa düştüğüm noktalardı ki hala emin değilim tam olarak doğru çevirdiğimde. Ama sonuçta bir çevirmen değilim, ingilizceyi öyle çok üst seviye de bilmiyorum, hata varsa da görenlerin mazur göreceğini düşünüyorum.

Umarım faydalı olur. Bu belgeseli ne kadar çok insan izlerse o kadar mutlu olacağım nedense. Yayılması en büyük temennim. 

Not: Altyazıda türkçe karakterler kullanmadım çünkü bazı video playerlar bu karakterleri algılayamıyor ve %, #, $ gibi işaretler koyuyorlar falan o sebeple düzgün görünmesi açısından böyle yaptım. Hoş 'ü' yerine 'u' yazmak zorlayıcı oldu, hızımı kesiyordu ama umarım yararlı olur.

http://www.2shared.com/document/ddyYY8hm/Insurgentes_Movie_-_Turkish_Su.html

O prog 'prog' değil, yanlış anlaşılmasın

Bu olay başıma birkaç kere geldi, artık bir önlem almak gerekiyor diye düşünüyorum.
Şöyle ki, bendeniz progressive(r)/(ci) biri olarak, az biraz umut ışığı gördüğüm birine direk müzik muhabbeti açmaya çalışan biriyim ve başıma sık gelmeye başlayan şey şu;


-Progressive dinler misin, bilir misin?
-Ya biliyorum da çok dinlemedim, bayıyor bir süre sonra.
-Yaaa, kimi dinledin?
-İşte Dream Theater, Opeth, Anathema falan ya (!!)


İşte bu kısım bir hayal kırıklığı yaşatıyor. Dream Theater'ın progressive müzik olarak nitelendirmek yanlış bana göre. Sonuçta herhangi bir insana Gentle Giant dinletip, ardından Dream Theater dinletirseniz çok farklı müzik olduğunu rahat bir şekilde söyleyebilir. Sorun, bilmemek değil aslında, öğrenmek için yeterli istek yok. Bu bilgi kalıp olarak yerleşmiş ve değiştirilmesinin gerektiği bilmiyorlar, çünkü yanlış olduğunun farkında değiller. Hal böyleyken kimseyi suçlayamam.



Aslında bir açıdan bakınca, sonuçta progressive kelime anlamıyla bile yenilikçiliği, değişimi savunan bir tür. Herhangi bir şeye bağlı kalmadan, etkisi altında olmadan bir şey yaratmak. Bu sebeple, 70lerden sonra etkisi kaybeden bu müziğin yeni bir formda ortaya çıkma ihtimali elbet vardır ama bu iletişimde çelişkiye, yanlışa sürüklüyor bizi. Pain of Salvation eğer 'Progressive Metal' diye nitelendiriliyorsa, insanlar oradaki progressive kelimesine bakıp gerçek progun o olduğunu düşünüyorlar ki bu çok üzücü. Ben günümüzdeki bu grupları kötülemiyorum, ama geçmişteki o yaratıcılık, bencillik, hür irade duygusunun kaybolduğunu düşünüyorum. Bir Pink Floyd piyasaya ilk çıktığındaki ortam göz önüne alınırsa ne kadar yenilikçi bir akımın başlangıcı olduğu görülebilir sonuçta. Ama tabii o zamanlar sadece müzikte değil, yaşamın her noktasında bir tür değişim vardı ve yeni bir akım oluşturmak zor değildi. Şimdi ki prog olarak nitelendirdiğimiz müziklerin bir çıkış noktaları yok, öyle demeyeyim de, bir miladı yok gibi. Geçmişteki o ruhu yakalamak çok zor ki zaten bu yanlış olur, onların değişimi geçmişte o şekildeydi, bizim yenilikçiliğimiz günümüzde bu şekilde. 


Ama, madem biz Progressive Metal, Progressive Rock, Darkwave Progressive, Atmospheric Progressive diye alt dallara böldüysek, 'Prog' dediğimiz şeyin hepsini kapsamasını bekleriz. Bu nokta da nasıl davranmalıyım bilemiyorum, yanlış değil sonuçta ama böyle kendini sürekli değiştiren, geliştiren bir tür 'Dream Theater progressive işte yağğğ' başlığı altında kalırsa, şuan ki müziğin temellerini göremiyor insan. Bir Camel, bir Yes, bir King Crimson dinlemeden, bilmeden progun 'bayıyor' olduğununa kanaat getiriyorlar ki, bu üzücü.


Demek istediğim, insanların Porcupine Tree, Pain of Salvation gibi grupları özümleseler bile progressive müziğin bununla sınırlı kaldığını düşünüyorlar, bu kalıbın altında yatan gerçekten habersizler ve dışarıdan bir uyaran olmadığı sürece bu böyle kalacak ne yazık ki. 

7 Mayıs 2012 Pazartesi

İnceleme: Storm Corrosion (2012)

Evet takvimler 7 Mayısı 8ine bağlayan geceyi gösterirken, Storm Corrosion albümü torrent sitelerinde yerini aldı hemen. Her ne kadar şahsen siparişimi vermiş olsam da gelene kadar dinlemeden duramam burada. Steven Wilson, biliyorum sevmiyorsun ama sadece elime geçene kadar mp3 formatında dinleyeceğime güvenebilirsin.


Neyse efendim, haberini alınca çoğu kişinin yapacağı gibi bende indirmiş bulunuyorum albümü. İlk şarkı olan Drag Ropes'in incelemesini yapmıştım zaten. Bu yazımda diğer şarkıları tek tek ele almak istiyorum. Yeni bir albüm aslında, birkaç gün sindirmem gerek. Defalarca dinlemem gerek belki ama yazmadan duramayacağımı da biliyorum. Bir süre sonra değişen bir fikrim olursa eklerim zaten.


Parça 1: Drag Ropes http://muhendisanat.blogspot.com/2012/05/storm-corrison-sadece-drag-ropes-ile.html


Parça 2: Storm Corrosion


Steven sesin bu kadar güzel miydi senin! 
Şarkı başlangıçtan 6:07ye kadar aynı ritimde bir akustik gitar eşliğinde devam ediyor. Ritim çok güzel ama tek düze, Drap Ropes'taki gibi bir tek düzelik seziyor insan. İlk kısmı Mikael akustik bile zemin kısmı yapmış, üstüne Steven klavye ve vokal bazlı bir bina inşaat etmiş gibi. İlk kısımdan sonra 8. dkya kadar söz ve akustik kesiliyor ama oda ne! Kulaklarım beni yanıltmıyor ama aklım şarkıyı hatırlamam engel oluyor olsa da Opeth'in bir şarkısının melodisini çok net duyabiliyoruz. 



Someone is calling her shoulders
Much likes horses raising dawns
Sing to me
Hold back the tears in my comfort 
We will forward in these pauses
The storm corrosion


On a last we floor
Begs a loud not to stay
Cut from the stone in the quarry
This old friend of mine in his silence
The storm corrosion


Past on the second hand slips outwards
Born in the carcass song drips 
Throw round the boy who leaves the secret
Grower of the darks begin to reacher


Parça 3: Hag


Bir piyano ve yine Wilson'ın o kırılgan sesi karşılıyor bizi, çok rahatlatıcı, Grace for Drowning'i anımsatan bir hal alıyor 2:31'den sonra. 4:16dan sonra ise Insurgentes albümü hatırıma geldi, No Twilight Within the Courts of the Sun falan. Ha bir yerde Mikael giriyor vokalde, orada girmemeliymiş bana göre. 5:20 civarından sonra flüte geçiyor Steven belli ki. Sonra yine şarkının başında ki o uyuşturucu sesi geliyor, bu kısımları çok ağırlaştırıyor insanı, Sigur Ros etkisi gibi. Çok güzel olmuş bu şarkı.


3 şarkı bitirdim ve sıralamam Drag Ropes - Hag - Storm Corrosion



Given, back your, stoning, silence


Leaving, leave oh, you're gay, my laughs


Would you, hollow, la la, in you
Hiding, feeling, la la, heart shell


Corner of the churchyard
You twisted up my future, my useless, la la
You cast away our Dragunov (???)
You separate the heart of, you lose, me you hag


Leave you hanging, falling, failing
Given back your stoning
Silence


Parça 4:  Happy

Akustikte resmen Wish You Were Here hatırıma geldi, hayır melodisi benziyor falan diye değil, slideları yüzünden. Çok güzel olmuş burada akustik melodi, Mikael gerçekten döktürmüş burada, çok başarılı. Elektro var bu sefer piyano yerine. Bunun sözleri yok, bulamadım yani ama yine Steven yine Steven. Mikael'i istemeye başladım baya, bir mola verip Damnation dinleyesim geldi, bazen o albüme benzetiyor insan ister istemez.

Parça 5: Lock Howl
2 tane akustik giriyoruz şarkıya. Direk 3:10a gelmek istiyorum, el çırpması var! Uzun zaman sonra ilk kez el ritmi duymak güzel geldi açıkçası. Başında Opeth, ortalarda Steven, bir yerde de Radiohead havası var gibi. Diğer şarkılarda olduğu gibi bunda da akustik çok fazla ve Opeth ruhunu kaybetmiyor, Ending Credits gibi bir nevi.

Parça 6: Ljudet Innan

Mikael niye öyle girdin şarkıya! Senin o ağırlığı olan sesini seviyoruz biz, inceye çalmaya çalışmamalıydın. Baştan direk geri başladı şarkı, arkadaki efektlere rağmen. Şarkı başta yeni bir şarkıya başlar gibi yapıyor ve vokale yer vermiyor uzun süre. Çok post havası sezdim. Gitar çok güzel gerçekten. Steven'dan önceki projelerine benzemeyen sesini zaten bu albümde duyduk baya, tekrar giriyor.

İlk izlenim: Daha ilk dinlemeden yorum yazmak hiç sağlıklı değil ama ilk izlenim ne derseniz? Umduğumu bulamadım. Drag Ropes'ta yaptıkları hatayı çok tekrarlamışlar, melodiden yoksun şarkılar. İlk şarkı dışında Mikael yok gibi. Akustikte kendini çok belli ediyor tamam ama orada da melodi eksikliği yaşayınca 'Mikael'i biraz kaybetmiş bence. Bateri çok sakin ama Drag Ropes'ta ağırlığını koymuş olsa yetermiş, yoksa davula çok iş düşmüyor. Genel olarak Steven Wilson ağırlıklı, Grace for Drowning kokusu veren, güzel bir albüm ama beklentisini çok fazla yükseltmiş benim gibilerin isteğini veremiyor. Günlerce dinlemek gerekiyor tabii en sağlıklı yorumu yapabilmek için. Bana gerçekten hitap eden noktayı bulabilmek için, birde CDden dinlemek gerekiyor orası ayrı, mp3 ile var olan ne gizemleri kaybediyoruz..


Sonradan gelen edit: Evet albümü artık sindirmiş bir şekilde tekrar yorumluyorum ve olağanüstü mistik bir büyü barındırıyor evet. Steven Wilson'ın 'Twisted-Beautiful' yorumu gerçekten doğru. Favori parçam şuan için Strom Corrosion ama elbette bu değişken birşey. Tek eksiği önceden de belirttiğim gibi Mikael'in biraz daha geri planda kalıyor olması. Hayır, az şarkı söyleyince az iş yapıyor demek istemiyorum, kim bilir nelerde iş yapmıştır ama sadece o kadar kaliteli bir sese sahip insanın bu kadar az konuşması üzücü.


8.5/10 verirdim eğer birisi sorsaydı, keşke..

5 Mayıs 2012 Cumartesi

İnceleme: Insurgentes DVD (2009)


Steven Wilson.. Günümüzün müzik dehası, bunu her yerde çekinmeden dile getirirdim ama bu övgüler bile azmış aslında. Insurgentes albümünü bilen bilir, çok farklı, orjinal, deneme bir albümdü. 10 şarkılık albümün üstüne 5 şarkılık bir bonus yayınlamıştı, şimdi de belgesel var elimizde. Yeniymiş gibi yazıyorum ama aslında 2010 yılında mı ne çıkmıştı belgesel, neyse.


Dedim ya, konumuz Insurgentes belgeseli. Benzerine az rastlanır türden bir film olmuş. Steven amca içinde ne varsa dökmüş bir anlamda. Dünyanın şuan ki düzenine bakış açısından, müziğin gittiği noktaya falan baya bir şeye değinmiş. Konu konu ele almak mümkün.

Filmin başında çocukluk okuluna gidiyor, ilk sahne aldığı sahneye çıkıyor. Tahmin etmek zor değil, sporla hiç arası olmamış. Aslında futbolu çok sevmiş ama çelimsiz diye atmışlar takımdan falan.

Ele aldığı konulardan bir tanesi, müziğin nasıl dinlenmesi gerektiği. Şuan ki jenerasyonun keşfetmenin zevkinden mahrum olduğunu söylüyor. Eskiden müzik dinlemeye karar verince insan rekord dükkanlarına gidermiş misal. Müziğin orjinal albümde dinlemesinden yana. Ama hak veriyor, her albümü almak kimsenin harcı değil, en azından ayda bir albüm almayı öneriyor. 'Müzik dinlemeye karar vermek önemli. Bir dükkana gidip, hangi albümü alacağına karar vermek falan. Vaktimi, paramı, enerjimi tamamen verebileceğim bir albüm olmalı, buna karar vermek elbette zor. Ama alırsın bir albümü, eve gidersin, günlerce dinlersin, hatmedersin' diyor genel olarak. Ama zamanımızın çocuklarına gelince, misal çocuk Beatles mı merak ediyor. Tek tıkla bütün şarkılarını birkaç dakikada indiriyor, birkaç şarkı dinliyor, sevmezse pat! siliveriyor. 

Wilson'ın ölü bebeği
Müziğin sadece işitsel bir sanat olmadığına da değiniyor. Bir albümün yarısı müzikse, diğer yarısı kapaktır falan diyor. Bir albümü elinde tutmak, kapağı incelemek, arşiv yapmak falan bana göre de zaten çok ayrı bir duygu. Bu duyguyu baya önem veriyor ama belli ki. Çünkü filmin en dikkat çekici kısımlarından biri 5 farklı yoldan iPod yok etme yöntemi göstermesi. Yok araba ile ezme, yok alevle yapma, yok pompalıyla vurma, çekiçle kurma falan. Asıl sebebi şu ki; dediğim gibi albüm kapağının da bir sanat olduğunu düşünüyor ve o resmin iPodda küçücük bir ikon oluyor olmasına tepkili. Telefondan müzik dinlemek? Bu adamın yanındayken olmaz.

Belgesel birçok yerde çekilmiş. Issız, terkedilmiş binaların oralarda baya vakit geçiriyorlar, fotoğraf çekiyorlar ki Steven aynı zamanda fotoğrafçı. Bu adamın birde oyuncak bebek koleksiyonu var ki çok garipsiyor insan. Ölü bebek fotoğrafı denen bir türden bahsediyor. Çocuk sahibi olmayı da düşünmüyormuş. Onları kaybetme ihtimalini göze alamıyor.

Aynı zamanda sanatçılardan bahsediyor. Sanatçı olmanın zorluğundan. Şöyle ki, kendi örneği ile açıklamak gerekirse, 'eğer ben sabah 9 akşam 5 ofis işinde çalışsaydım ve patronum yaptığım projeye boktan birşey deseydi buna alınmazdım. O yaptığım 'ben' değildi sonuçta, iyi der evime gider hiç de takmazdım. Ama sanatçıların böyle bir durumu yok. Çünkü onlar yaptıkları projelere, müziğe mesela aylar, yıllar veriyor. Bir albüm çıkarmak için çok uzun süre çalışıyor ve biri boktan bir şey derse buna, aslında bu sanatçıya boktan birisin demek gibi birşey. Gereksizsin, bunca zaman yaptığın şey anlamsız, amaçsız. Böyle olunca sanatçılığın kalp kırıcı olabileceğini söylüyor. 


Filmde canlı konserlerinden görüntüler de var, albümü hazırlarken çekilmiş videoları falan. İnsanlarla müzik hakkında yaptığı muhabbetler de var. Müziğe başlangıcından, hayat görüşüne, kişisel zevklerinden, müzik yorumlarına kadar her şeyi barındırıyor film.

Misal ben Mikael ile olan kısımları beğendim baya. Akerfeldt nasıl bir arşive sahipmiş öyle dedim. Kucağında Melinda (kızı) ile bir duvar boyunca sıralanmış plak arşivini görüyoruz filmde, dev bir arşiv gerçekten. 

Müziğe gönül vermiş, dinleyici olsa da herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm bir belgesel. Dünyanın müziksel anlamdaki durumunu çok net ve cesur bir şekilde anlatmış Wilson. Çoğu yerde hak vermemek elde değil. Gerek görsel kalitesi, gerek konserden ve albüm hazırlanış aşamalarından şarkılara yer verişi, gerek birçok diğer müzisyen ve sanatçıyla muhabbetleri olsun izlemeye değer bir yapıt. Steven Wilson kimdir aslında böyle daha rahat öğreniyor insan.


4 Mayıs 2012 Cuma

Storm Corrison Önizleme: Drag Ropes

Aylardır kendisini beklediğimiz albüm yavaş yavaş birşeyler çıtlatmaya başladı artık, gerek de vardı buna. Sonuçta Steven Wilson ile Mikael Akerfeldt gibi Arjen amca ile bana göre dünyanın yaşayan en büyük 3 ismi arasında bulunan 2 adam ortak bir proje işine girerse, bu projeyi aylar öncesinden haber verip bizi bekletmeleri çok can sıkıcı bir hareketti. Proje diyorum çünkü henüz grup oluşturmadılar tam olarak, eh be abilerim grup olmadan albüm işine soyunursanız muhabbet zor dönüyor, birine anlatamıyorum buralarda. 

Mikael Akerfeldt ve çıplak ayak Steven Wilson 
Şimdi dediğim gibi bence yüzyılımızın en büyük dehalarından olan bu iki adam 'bişiler yapacaz gibi' diye bir haber yayarlarsa insan kafasında bir şeyler hayal etmeden duramıyor. İlk başta Damnation gibi bir albüm bekledim, ya da Blackwater Park-aslında hayır, sert kalıyor o albüm bu ikiliye göre-. Sonuçta Wilson'ın emeğini çöpe atamaz kimse bu albümlerde. Sonbaharın başlarında Grace for Drowning ve Heritage çıktı ve kafamda bu albümlerin karması bir albüm olacak yorumlarında bulundum. Sonuçta ikisininde içindekileri dökebildikleri albümlerdi bunlar. Sonra sen Steven tut 'Ne Damnation ne de Grace albümlerine benzeyecek' de. Şuana kadar yapılmış hiçbir şeye benzemeyecekmiş falan artık hayal kurmayı bıraktım. Fanlarımızın bazıları çok sevecek, bazıları sevmeyecek falan dediler artık beklemeye koyulduk. 

Ve efendim Nisanda çıkacak dedikleri albümü Mayısa ertelemeler falan artık bünye meraktan, beklentiden bir hal olmuş durumdayken albümün ilk şarkısı 'Drag Ropes' şarkısını Wilson amca facebook sayfasından internete verdi. Şaşırdım aslında, internet ortamında müzik kültürünün yayılmasına çok karşı biriydi, binlerce insanın internetten çıkış tarihinden önce indirmesine ön ayak olması garip bence. Her neyse, gayet güzel oldu biz bekleyenler için ve paşa paşa dinlemeye koyulduk, indirdik.

Birde güzel klip çekmişler şarkıya gölge oyununu falan Wilson'dan beklediğim bir hareketti. Sonuçta müziğin sadece işitsel bir sanat değil, aynı zamanda görsel bir yanı olduğunu da vurgulardı hep. Zaten albüm kapağı da incelenirse ne kadar güzel bir sanat işlendiği rahat görülüyor. Bana Picasso'yu anımsattı Guernica falan. Yorumlamak gerekirse, hiç bir şarkısını dinlemeden albümün kişilerin içsel çatışmalarından, kişisel sorunlarından ve özellikle emin olamadığım bir baskıdan gördükleri zarar, kaçma denemeleri anlatılıyor gibi (İlk kez bir resim yorumladım hayatımda -_-). Mesela yerdeki adam kaçamayanlardan biri, alttaki kırmızı ton bu baskıyı temsil ediyor gibi. Ama en çok sanatçıların toplum tarafından gördükleri baskı, tepkiler anlatılıyor gibi. Verilmesi gereken verilmeyişi falan ki Wilson amca Insurgentes belgeselinde bundan sıkça bahsetmişti. Sanatçıyı nereden çıkardım? Arkada birden fazla yüzü olan adamın şapkasından.

Her neyse albüme dönersek, dediğim gibi albümün ilk şarkısı Drag Ropes yayımlandı ve sonunda albüm ile ilgili biraz kafamızda birşeyler şekillenmeye başladı. Şahsen benim çok çok fazla beğendiğim bir şarkı oldu, beklediğimden iyi, insanların çok beğenmemesine rağmen. Steven Wilson piyanonun hakkını gerçekten vermiş bana göre, en uç noktalarına kadar kullanmayı kafasına koymuş. Mikael Opeth'i anımsatan ama bir o kadar da farklı, orjinal melodilerle piyanoya eşlik mi ediyor yoksa piyanoyu arkasına alıp sırtlamış mı karar veremedim. Ama piyano gerçekten ağırlığını koymuş şarkıda, akustik gitar gölgesinde kalmış gibi. Bateri? Gayet yerinde ama çok arka planda kalmış bana göre. Şarkı uzun olunca ve bateride işini tam yapamayınca yavaş yavaş kulaktan silinmeye başlıyor şarkı. 

Şimdi biraz yerden yere vurmak gerekirse albümü bir kere Mike Portnoy'u neden tersliyorsunuz. Adam yeni ayrılmış Dream Theater'dan, bişilere istekli, ne kaybettiklerini görsünler istiyordu belki. Ki dünyanın en iyi drummerlarından biri sonuçta, önce 'tamam panpa kesin olacak o iş alıcaz senide' diyip sonra 'ya biz bateri istemiyoz artık ya, ama alacak olsak valla sendin, bak asma suratını öyle' dedikten sonra 'Valla Wilson çok ısrar etti' diyip Gavin Harrison'u aldınız. Çok bozuldum ben açıkçası. Tamam King Crimson yüzü görmüş bir adam elbet iyi olurdu ama Mike'a ayıp ettiniz. Hem dediğim gibi bateri çok arka planda kalmış Mike biraz daha canlı tutardı bence. Şarkı bir süre sonra bayıyor. 

Şimdi şarkının en büyük eksikliği bence SW-MA ikilisinin en büyük ortak yönü olan melodiler kısmı. İkiside şarkılarında fazlaca farklı melodi kullanan adamlar. Hani bir albümleri aslında 3-4 albüm edebilecek kalitede. Hal böyle olunca bu kadar tekdüze, tekses, aynı melodi olunca beklentinin altında kalıyor. 

Toparlamak gerekirse, albüm kapağına görsel anlamda güzel bir sanat işlenmiş. Mike yerine Gavin'in olması ilk şarkıyı baz alarak yorumlarsak ruhundan bir şeyler kaybetmiş, kemikleri alınmış gibi. Canlı tutamıyor şarkıyı sonuna kadar hal böyle olunca odaklanmayınca arka fon müziğinden ilerisine gidemiyor. Ama bunlara rağmen Wilson'ın piyanonun hakkını verdiği bir şarkı. Aynısını Mikael için diyemem, gitar tekdüze kalmış, aslında harika şarkıda gitar ama beklenti meselesi, böyle bir adam için düşük kalmış bence. Güzel birkaç solo kısmı var ama genele yayınca sönük kalmış. Vokalleri yorumlamak gerekirse, gerekmiyor. Harika iş çıkarmışlar, Mikael çok ağır basmış vokalde, burada da Wilson Akerfeldt'a eşlik ediyor gibi. 

Toparlamanında toparlaması olarak; Mikael Akerfeldt'i ve Steven Wilson'ı sıkı takip edenlerin biraz beklentilerini düşük tutmaları gereken bir albüm. Aslında yanlış, bütün albümü tek bir şarkıya göre yorumlamak anlamsız ama ilk izlenim bakımından böyle. Melodi bolluğu yok, vokaller inanılmaz, özellikle piyano çok iyi, akustik gitarın ritmi çok iyi ama sabit. 


En sağlıklı yorumu albüm tamamen çıkınca yaparız herhalde. Şimdilik müzikte çığır açma hayalleri askıya alındı benim için.